Beşinci Bölüm: PEYGAMBERLİĞİN SON BULMASI
5.1. PEYGAMBERLİĞİN SON BULMASININ GERÇEK ANLAMI VE BUNUNLA İLGİLİ DELİLLER
5.1.1. Peygamberliğin Sona Ermesi İle İlgili Açıklamalar
5.1.2. Hz. Peygamber (a.s.)’den Önceki Çağlarda Durum
5.1.3. Din’in Tamamlanması ve Peygamberliğin Son Bulması
5.1.4. Peygamberliğin Son Bulmasıyla İlgili Deliller
5.1.5. Bütün İnsanlığın Hidayet Yolu
5.1.6. Bütün İnsanlık İçin Müjdeleyici ve Uyarıcı
5.1.7. Hz. Muhammed, İnsanlık İçin Bir Rahmettir
5.1.8. Hz. Muhammed (a.s.) Allah’ın Son Peygamberidir
5.1.9. Nübüvvetin Hz. Muhammed (a.s.)’le Sona Erdiğine Dair Başka Bir İşaret
5.1.10. Peygamberliğin Sona Erdiğini Kabul Etmeyenler İçin Ayetlerden Belgeler
5.1.11. Son Peygamber’den Sonra Nübüvvet İddiası
5.1.12. Peygamberliğin Sona Ermesi Aleyhinde Kadıyanî’lerin İleri Sürdüğü Bir
Başka İddia
5.1.13. Nübüvvet’in Sona Ermesiyle İlgili Ayette Varolan Üç Delil
5.2. PEYGAMBERLİĞİN SON BULMASI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME
5.2.1. “Hâtem-en Nebiyyin” (Peygamberlerin Sonuncusu)’in Sözlük Anlamı
5.2.2. Hz. Peygamber’in Buyrukları
5.2.3. Sahabelerin Ortak Görüşü
5.2.6. Yeni Bir Peygambere Gerek Var mıdır?
5.3. VADEDİLEN MESİH HAKKINDAKİ HADİSLER
5.3.1. Meryem Oğlu Hz.Îsa (a.s.)’nın Dünyaya Tekrar Gelmesine Dair Hadisler
5.3.2. Bu Hadisler Neyi İspatlıyor?
5.4. AHMEDÎ VEYA KADIYANÎLERİN BATIL FİKİRLERİNİN REDDİ
5.4.3. A’râf Sûresinin 35. Ayetinin Gerçek Anlamı
5.4.4. Mü’minûn Sûresinin 51. Ayetinin Anlamı
5.4.5. Kadıyanî’lerin, Hadislerden Çıkardıkları Yanlış Deliller
Beşinci Bölüm: PEYGAMBERLİĞİN SON
BULMASI
5.1. PEYGAMBERLİĞİN SON BULMASININ
GERÇEK ANLAMI VE BUNUNLA İLGİLİ DELİLLER
5.1.1.
Peygamberliğin Sona Ermesi İle İlgili Açıklamalar
İnsan kültür ve medeniyeti, herhangi bir nebinin öğreti ve
mesajı geniş bir toprak parçasına ve büyük kitlelere yayılabilecek ve herhangi
bir cemiyet veya millet bir nebinin talimatını, fiilen yarattığı eserleri
koruyarak bütün dünyaya ulaştırabilecek duruma gelinceye kadar Nübüvvet
zinciri devam etti ve çeşitli milletler ile ülkelere nebiler gönderildi. Ancak
bir yandan bir nebinin mesajının uluslararası ve hata evrensel boyutlara
varmasına imkânlar sağlayan medeni ve kültürel gelişmeler ve diğer yandan ilâhî
kitap ve kitabı getirenin siretini ve talimatını olduğu gibi muhafaza edip
dünyaya yayabilecek bir ümmetin doğması üzerine dünyaya yeni bir peygamberin
gönderilmesine hâcet görülmedi. Ve bu şekilde peygamberlik zinciri bu noktada
son bulmuş oldu.
5.1.2. Hz.
Peygamber (a.s.)’den Önceki Çağlarda Durum
Eskiden her cemiyete, her millete ve her memlekete peygamberler
gelirdi. Hatta bir millete bazen birkaç peygamberin geldiği olurdu. Bu
Peygamberlerin vaaz, telkin ve talimatı nispeten küçük bir bölgeye yerleşmiş
küçük grup ve cemiyetlere kadar sınırlı olurdu. Bir peygamberin mesajının başka
cemiyet ve milletlere ulaşması hemen hemen imkânsızdı. Zira, o devirlerde
muhtelif yerleşim merkezleri ve insan grupları arasında herhangi bir bağlantı
yoklu. Ulaşım zorlukları nedeniyle birbiriyle temas etmeleri, kaynaşmaları
mümkün değildi. Her millet adeta kendi memleket hudutları içinde mahsur
durumdaydı. Böyle bir durumda cihanşümul ve geniş kapsamlı bir dini felsefe ve
mesajın çeşitli milletlere yapılması söz konusu değildi. Çeşitli toplumların
durumu değişik olduğu için düşünce ve inançları da değişikti. Her tarafta yaygın
olan cehalet, iman ve ahlâkı temellerinden sarsmıştı. Bu sebeple, Allah’ın
peygamberlerinin her topluma ve her ulusa ayrı ayrı şekilde ve metotlarla doğru
yolu göstermeleri gerekti. Görevleri, sapık düşünce ve inançlara yavaş yavaş son
verip yerlerine doğru inancı tesis etmekti. Amaçları, cahili düşünce, örf ve
âdetleri ortadan kaldırıp en büyük yaratıcı olan Allah’a ve O’nun kanunlarına
saygılı olmalarını öğretmekti. Nebi veya Rasûller, cahil ve yollarından sapmış
olan toplumları tıpkı birer çocuk gibi yetiştirmeli, onlara edeb ve terbiye
öğretmeliydiler. Bu gibi ilâhî talim ve terbiye için binlerce sene sarf edildi.
Nihayet, insanoğlu talim ve terbiyenin çocukluk devresini geçirip gençlik çağına
girdi. Bilim, teknik, sanat, ticaret ve kültürün gelişmesiyle milletler
arasındaki ilişkiler de arttı. Çeşitli uluslar ve toplumlar birbirini tanıdı,
onlarla çeşitli alanlarda temaslar kurdu. Çin ve Japonya’dan Avrupa ve
Afrika’nın uzak köşelerine kadar kara ve deniz yolları açıldı. Bazı kavimler
yazıyı icat etti ve başkalarına yaymaya çalıştılar. Okuma, yazma imkânlarının
artmasıyla ilmi ve kültürel değişim için zemin hazırlandı. Birkaç büyük
hükümdar ve fatih ortaya çıktı ve birkaç millet ile ülkenin bir tek siyasi
nizamın altına girmelerine sebep olan fütuhata giriştiler ve muazzam
imparatorluklar kurdular. Böylece çok eski çağlarda insan grupları arasında
görülen irtibatsızlık ve kopukluk ortadan kalktı. Artık tek İslâm dini, tek
ilâhî felsefe ve şeriatın bütün dünyaya yayılması için şartlar oluşmuştu.
Aslında, bundan 2.500 yıl önce insan uygarlığı o dereceye gelmişti ki insanoğlu
kendiliğinden evrensel ve ortak bir din aramaya başlamıştı. Nitekim, tam bir din
sayılmayan ve sadece birkaç ahlâkî ve sosyal kuraldan ibaret olan Budizm,
Hindistan sınırlarını aşıp bir taraftan Japonya ve Moğolistan’a kadar ve diğer
taraftan Afganistan ve Buhara’ya kadar yayılmıştı. Budist misyonerler dinlerini
daha da uzak noktalara kadar ulaştırmaya çabalıyorlardı. Gerçi Hz. Îsa (a.s.)’nın,
beraberinde getirdiği din İslamiyet’ti, ancak taraftarları bunun özünü
değiştirip buna Hıristiyanlık adını takıverdiler. Hıristiyanlar bu tahrif
edilmiş dini İran’dan Afrika’ya ve Avrupa’nın en ücra köşelerine kadar
yaydılar. İşte bu hakikatler gösteriyor ki, medeniyet ve kültürün gelişmesiyle
İnsanlar büyük, geniş ve kapsamlı bir dini kendiliğinden arar olmuşlar ve bu
arzu ve ihtiyaçları öylesine artmıştı ki, tam ve mükemmel bir din olmadığı halde
eksik ve tahrif edilmiş dinleri kabul etmeye başlamışlardı.
5.1.3. Din’in
Tamamlanması ve Peygamberliğin Son Bulması
İşte tam bu sırada bütün dünyaya ve tüm insan ırkına hidayet
yolu gösterecek bir peygamber, Arap topraklarında zuhur etti. Peygamberlerin bu
en büyüğü ve en sonuncusuna, bütün dünyaya duyurmak ve yaymak amacıyla dinlerin
en mükemmeli bütün kaide ve kanunlarıyla birlikte verildi.
Şimdi şu noktayı gözünüzden uzak tutmayınız. Çağımızda İslâm’ı
bilme ve benimsemenin gerçek ve doğru yolu, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın
talimatı ve Kur’an-ı Kerim’den ibarettir. Hz. Muhammed (a.s.) bütün İnsanlar
için Allah’ın Resûlüdür. Peygamberlik silsilesi onunla son bulmuştur. Allahu
Teâlâ, insanlara vermek istediği kadar hidayetin hepsini son peygamberiyle
vermiştir. Şimdi Hakk’a talip olan ve Allah’ın hakiki kulu olmak isteyen herkes
Allah’ın son peygamberine iman etmeli, onun peygamberliğine “âmenna” demelidir.
Allah’ın doğru yolunu takip etmek isteyenler için Hz. Muhammed (a.s.)’in
talimatı ve bıraktığı eserleri kabul etmek ve onlara göre hareket etmekten başka
çare yoktur.
5.1.4.
Peygamberliğin Son Bulmasıyla İlgili Deliller
Peygamberliğin hakikati ve hikmetini bilen bir kişi için
peygamberlerin her gün doğmadığını anlamak zor değildir. Ayrıca, her zaman ve
her devirde, her milletin bir peygamberinin olması şart değildir. Bir peygamber
getirdiği talimatı ve mesajında yaşar. Talimat ve mesajı yaşadıkça o da yaşar.
Eski çağların peygamberlerinin aramızda yaşadıkları söylenemez. Zira, onların
getirdikleri talimat ya tahrif edildi ya da rafa kaldırıldı. Onların
getirdikleri ilâhî kitaplardan hiçbiri bugün asıl şekilleriyle bulunmuyor. Adı
geçen peygamberlerin taraftarları bile bugün kalkıp ilâhî kitaplarda herhangi
bir değişiklik yapılmadığını iddia edemezler. Kitaplar bir yana, onlar
peygamberlerinin siretlerini de unuttular. Önceki peygamberlerin sözleri ve
davranışlarıyla hayatları hakkında bugün hiç bir muteber kitap veya eser
bulunmuyor. Hatta, hayat hikâyeleri şöyle dursun, kesinlikle hangi devirde,
hangi yerde, hangi millet arasında doğdukları, nasıl yaşadıkları, hangi vaaz ve
telkinlerde bulundukları, hangi şeyleri yasakladıkları bilinmiyor. Fakat buna
karşılık, Hz. Muhammed (a.s.)’in hayatı ve bıraktığı eserlerine bakın. O’nun
peygamberliği hâlâ geçerlidir, çünkü O’nun getirdiği talimat ve mesaj
yaşamakladır. Getirdiği ilâhî kitap “Kur’an-ı Kerim” hâlâ eski şekliyle
karşımızda duruyor. Bir tek harfi, bir tek noktası ve bir tek hareke ve işareti
değişmemiştir. Hazreti Peygamber (a.s.)’in mübarek hayatının her dönemi,
sözleri, fiilleri hepsi aynen muhafaza edilmiştir. Bugün 1300 yıl geçmiş
olmasına rağmen bu kayıt ve yazıların aynasında Hz. Peygamber’i kendi gözümüzle
görmüş gibi oluyoruz. Gerçek odur ki, dünyada hiçbir tarihi şahsiyetin tercüme-i
hâl’i ve sireti böylesine itina ve ihtimamla korunmamıştır. Hayatımızın hemen
hemen her dönemecinde Hz. Peygamber (a.s.)’in mübarek hayatından ders
alabiliriz. İşte bu gerçek, Muhammed (a.s.)’den sonra başka.bir peygambere
ihtiyaç olmadığının en büyük delilidir.
Bir peygamberden sonra başka bir peygamberin gelmesi için sadece
üç sebep olabilir:
1. İlk peygamberin talimat ve mesajı kaybolup gitmiş ise, yeni
bir talimat ve mesaja ihtiyaç duyulur.
2. Önceki peygamberin talimatı ve mesajı mükemmel değilse onda
bazı değişiklik ve ilâveler yapmak gerekir.
3. Önce gelen peygamberin talimatı sadece belli bir millet veya
ümmete mahsus ise başka milletlere yeni peygamber gönderilir
[1].
Bu üç sebepten hiçbiri halen ortada yoktur. Şöyle ki:
1-Hz. Muhammed (a.s.)’in talimatı hâlâ olduğu gibi duruyor.
Hz. Peygamber’in hangi dini tebliğ ettiği, ne gibi bir hidayet
getirdiği, ne gibi bir hayat tarzı tavsiye ve tasvip ettiği ve ne çeşit adet ve
ananelerin yasaklanmasını emrettiğini öğrenmemiz için bütün kaynaklar asıl
şekilleri ile duruyor. Kısacası, Hz. Peygamber (a.s.)’in getirdiği din ve gerçek
talimatı herhangi bir değişikliğe uğramamış ve ortadan kalkmamışsa bunları
yeniden anlatmak için yeni bir peygamberin gelmesine ne ihtiyaç olabilir ki?
2- Hz. Peygamber (a.s.) vasıtasıyla dünyaya İslâmiyet mükemmel
şekliyle öğretilmiştir. Bu mükemmel din ve hayat nizamına herhangi bir şey
ekleyecek veya fazlalığı azaltacak bir nebiye ihtiyaç duyulmadığı için başka bir
nebi de gönderilmeyecektir.
3- Hz. Peygamber efendimiz (a.s.) şu ya da bu millet için değil
bütün dünyaya nebi olarak gönderilmiştir. Getirdiği talimat ve mesaj bütün
insanlığa yetecekti. Dolayısıyla başka herhangi bir millete bir nebinin
gönderilmesine gerek yoktur.
İşte bu sebeplerden dolayıdır ki Hazreti Peygamber’e “Hâtim’ün
Nebiyyin” (Nebilerin Sonuncu, Peygamberliğe Son Veren) denilmiştir. Yani, Hz.
Muhammed (a.s.), peygamberlik silsilesini sona erdirmiştir. Dünyanın artık başka
bir nebiye ihtiyacı yoktur. Sadece Rasulü Ekrem’in yolunu takip eden ve bu yola
başkalarını davet edenlere ihtiyaç vardır. Bu İnsanlar Hz. Muhammed (a.s.)’in
talimatını anlayıp tatbik edebileler ve böylece Rasûlullah’ın getirdiği
kanunlara dayalı bir yapıya işlerlik kazandırabilirler.
5.1.5. Bütün
İnsanlığın Hidayet Yolu
“(Ey Nebi), Biz seni bütün insanlara müjdeleyici ve uyana olarak
gönderdik, ama insanların çoğunluğu bunu bilmez.” (Sebe; 28)
Bu ayette, Hz. Peygamber (a.s.)’in sadece bir şehir, ülke veya
belli bir zaman için değil, bütün İnsanlar ve her zaman için nebi olarak
gönderildiği, ancak, yaşadığı çağın insanları ve vatandaşlarının onun değerini
bilemedikleri belirtiliyor. Hz. Peygamber’in sadece kendi memleketi veya
zamanı için değil, kıyamete kadar bütün insanlığa peygamber olarak
gönderildiği Kur’an-ı Azimüşşan’da muhtelif yerlerde ve vesilelerle
anlatılmıştır. Meselâ:
“…Ve bu Kur’an bana vahiy edilmiştir ki bunun vasıtasıyla sizi
ve bunun ulaşabileceği herkesi uyarayım”. (En’am; 19)
“De ki, ey İnsanlar ben göklerin ve yerlerin sahibi Allah’ın
elçisiyim”. (A’râf; 158)
“Ve ey Nebi, Biz seni ancak dünyalara rahmet olarak gönderdik”.
(Enbiya; 10)
“Alemlere uyancı ve korkutucu olsun diye Furkan’ı indiren
(Allah) ne yücedir”. (Furkan; 1)
Benzeri açıklamalar, Hz. Muhammed’in çeşitli hadis-i
şeriflerinde de yapılmıştır. Meselâ:
“Beyaz olsun, siyah olsun, herkese gönderildim”. (Müsned-i Ahmed:
Ebu Musa Eş’ari’den rivayet).
“Ben genel olarak bütün insanlara gönderildim. Halbuki, benden
önceki bütün nebiler sadece kendi milletlerine gönderilirdi”. (Müsned-i Ahmed:
Abdullah bin Amr’dan rivayet).
“Eskiden her nebi bilhassa kendi ümmetine gönderilirdi. Ben ise
bütün insanlara gönderildim”. (Sahih-i Buhâri, Müslim, Câbir bin Abdullah’tan
rivayet).
“Bi’setim (peygamberliğim) ve kıyamet böyledir diye buyuran Hz.
Muhammed (a.s.) bunu açıklamak için iki parmağını kaldırıp bize gösterdi.”
(Sahih-i Buhâri ve Müslim).
Demek ki, Hazreti Peygamber konuyu açıklamak için iki parmağın
arasında başka bir parmak bulunmadığını belirtti. Yani, kendisi ve kıyamet
arasında başka bir nübüvvet olmayacaktır. Kendisinden sonra ancak kıyamet var ve
dolayısıyla kendisi kıyamete kadar nebi sayılacaktır.
5.1.6. Bütün
İnsanlık İçin Müjdeleyici ve Uyarıcı
“Sen ancak bir uyarıcısın, şüphesiz ki biz seni Hak ile müjdeci
ve uyarıcı olarak gönderdik. Hiçbir ümmet yoktur ki, ona bir uyarıcı gelmiş
olmasın.”(Fatır; 23, 24)
İlk âyette şöyle denilmek isteniyor: Ey Nebi, senin işin
insanlara haber vermek, onları uyarmaktan başka bir şey değildir. Bundan sonra
eğer kimse akıllanmıyor, kötülüklerinden vazgeçmiyorsa, bunun sorumluluğu sana
ait değildir. Gözü kör ve kulağı sağır olanlara bir şey yapamazsınız.
İkinci âyette anlatılmak istenen husus Kur’ân-ı Kerim’in diğer
birçok yerinde de anlatılmıştır. Şöyle ki, dünyada şimdiye kadar doğmuş olan
bütün milletlerin birer peygamberi olmuştur. Ra’d sûresinde de aynı durum
belirtilmiştir (âyet; 7). Benzeri buyruklar Nahl sûresi (âyet; 36) ve Şûra
sûresi (âyet; 208)nde de yer alıyor. Fakat bu hususta herhangi bir yanlış
anlamaya yer vermemek için iki noktaya dikkat etmeliyiz. Birincisi, bir nebinin
vaazı, tebliği ve talimatı ulaşabildiği yerlere kadar yeterlidir. Yani ayrı
ayrı yerlere illa birer nebi veya peygamberler gönderilmez. Her yerleşim
merkezine ve her millete ayrı ayrı peygamberin gelmesi şart değildir. İkincisi,
bir nebinin talimatı ve bıraktığı eserleri dünyada korunduğu sürece başka bir
nebiye gerek yoktur. Her nesil ve her kuşak için ayrı bir nebinin gelmesi
gerekli değildir.
5.1.7. Hz.
Muhammed, İnsanlık İçin Bir Rahmettir
“Ey Muhammed, de ki: ‘Ben hepiniz için (gönderilmiş), yer ve
göklerin sahibi ve maliki olan Allah’ın peygamberiyim”. (A’raf; 158)
“Her ümmetin bir rasûlü vardır”.(Yunus; 47)
Dikkat ederseniz, burada ümmet kelimesi tek bir ümmet veya
millet için kullanılmamıştır. Buradaki anlamına göre, bir peygamberin talimatı
hangi kavimlere ve milletlere ulaşmışsa, onların tümü bir ümmeti teşkil ediyor.
Ayrıca, bir rasûlün bir ümmet içinde her zaman yaşaması gerekmiyor. Önemli olan
o rasûlün talimatıdır. Eğer talimatı ve bıraktığı eserler yaşıyorsa ve herkesin
ondan istifade etmesi mümkünse, o rasûl yaşıyor demektir. Eğer bir peygamberin
talimatı ve mesajı dünyanın bütün insanlarına ulaşabiliyorsa, bütün İnsanlar bir
ümmet sayılır. Bundan dolayıdır ki, Hazreti Muhammed (a.s.)’in dünyaya gelişi ve
talimatının bütün insanlara ulaşmasından sonra, bütün İnsanlar onun ümmeti
haline geliyor. Bu vaziyet, Kur’ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber (a.s.)’in hadisleri
asıl şekilleriyle varolduğu sürece devam edecektir. İşte bu sebeple, yukarıdaki
âyette, “her milletin bir rasûlü” yerine “her ümmetin bir rasûlü vardır”
buyurulmuştur.
Allahu Teâlâ, her bölgeye ve ülkeye birer nebi göndermek yerine
bütün dünyaya bir nebi göndermeyi tercih etmiştir ve bunun için Hz. Peygamber
(a.s.)’i seçmiştir:
“Eğer isteseydim, her yerleşim merkezine birer uyancı
gönderirdim”. (Furkan; 51)
Burada denilmek isteniyor ki, böyle bir şeyi yapmak Allah (cc.)
için hiç de zor bir şey değildir. Ancak böyle yapmadı ve bütün dünyaya tek bir
peygamber gönderdi. Nasıl ki bir güneş bütün dünyayı aydınlatıyor, bu tek
hidâyet güneşi de bütün insanların doğru yol bulmalarına yetecektir.
Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamber efendimize “haberci”, “tenbih
eden”, “uyarıcı” ve “gaflet ile delâlet’in kötü sonuçları hakkında insanları
ikaz eden” gibi lakaplar verilmiştir. Ayrıca kendisine “bütün insanlık için
uyarıcı” da denilmiştir. Demek ki, Kur’ân-ı Kerim’in daveti ve Hz. Peygamber’in
nübüvveti tek bir ülke için değil bütün dünya için ve belli bir zaman için
değil, her zaman için geçerli ve yararlıdır. Bu mevzu, Kur’ân-ı Kerim’de
muhtelif vesilelerle muhtelif şekillerde anlatılmıştır. Meselâ:
“Ey İnsanlar, hepiniz için (gönderilmiş) Allah’ın resûlüyüm”. (A’raf;
158)
“Tarafıma bu Kur’an gönderilmiştir ki, bunun vasıtasıyla sizi ve
bunun ulaşabileceği herkesi uyarabileyim”. (En’am; 19)
“Ben seni bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak
gönderdim”. (Sebe; 28)
Aynı konu Hz. Peygamber’in hadis-i şeriflerinde de açık seçik
bir şekilde anlatılmıştır. Örneğin, “ister siyah, ister beyaz olsun, ben
herkese gönderildim”,
“Eskiden bir nebi özel olarak kendi milletine gönderilirdi. Ben
ise genel olarak bütün insanlara peygamber olarak gönderildim ve benim gelişim
üzerine peygamberlerin gelişi sona erdi.”
5.1.8. Hz.
Muhammed (a.s.) Allah’ın Son Peygamberidir
“Hesap vakti gelmiştir, ama onlar hâlâ gaflet içinde
bulunuyorlar” (Enbiya; 1)
Yani, kıyamet yaklaşmıştır, insanların yaptıklarının hesabını
vermek üzere Allah’ın huzuruna çıkmaları bir ân meselesidir. Hz. Muhammed
(a.s.)’in peygamberlik payesine yükseltilmesinden sonra, insanlık tarihinin son
safhasına girdiği belli olmuştur. İnsanoğlu artık başlangıcından çok sonucuna
doğru yol almaktadır. Doğuş ve gelişme aşamaları geride kalmış ve şimdi son
aşamaya gelinmiştir. Aynı konuya, bir hadis-i şerifte de temas edilmiştir.
Hazreti Peygamber bir defasında bir elinin iki parmağını kaldırarak demiştir ki:
“Ben, öyle bir zamanda peygamberliğe getirildim ki, ben ve kıyamet bu iki parmak
gibidirler”. Yani, kendisi ile kıyamet arasında başka herhangi bir peygamber
dünyaya gelmeyecektir. Kendisinden sonra ancak kıyamet gelecektir. Başka
herhangi bir nebi, müjdeleyici ve tenbih edici gelmeyecektir. Onun için, gaflet
uykusundan uyanmak isteyenler uyansınlar!
5.1.9. Nübüvvetin
Hz. Muhammed (a.s.)’le Sona Erdiğine Dair Başka Bir İşaret
“Hani Allah peygamberlerden ‘kesin bir söz (misak)’ almıştı: “Andolsun
size Kitap ve hikmet verip sonra size beraberinizdekini doğrulayan bir peygamber
geldiğinde, ona kesin olarak iman edecek ve ona yardımda bulunacaksınız.”
Demişti ki “Bunu ikrar ettiniz ve bu ağır yükümü aldınız mı?” Onlar: “İkrar
ettik” demişlerdi ve “Öyleyse şahid olun, ben de sizinle birlikte şahid
olanlardanım” demişti”. (Al-i İmran; 81)
Demek, dünyaya gelen bütün peygamberler bu tür yeminde
bulunmuşlardır. Şimdi bir peygamberin yaptığı yemin onun ümmetinin bütün
fertleri tarafından da yapılmış sayılır. Bu yemin nedir, ne anlam taşımaktadır?
Bütün peygamber ve ümmetlerin içtiği and ve verdiği söz şudur: Allah tarafından,
onun dininin tebliği ve tesisi için gönderilecek bir nebiye hiç itiraz etmeden
itaat edeceğiz. Onu kıskanmayacağız, ona kızmayacağız. Allah’ın dini
tekelimizde değildir. Hakk’a karşı çıkmayacağız. Aksine, nerede ve ne zaman
olursa olsun, Hak bayrağını taşıyanın etrafında kenetleneceğiz, onu tam olarak
destekleyeceğiz, onu seveceğiz, sayacağız.
Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’dan önce bütün peygamberler ve
dolayısıyla, ümmetlerinden alınan sözler bunlardı. Nitekim, her nebi,
kendisinden sonra gelecek nebinin talimatına uyulması ve onun peygamber olarak
tanınması konusunda kendi ümmetinden söz aldı. Fakat aynı sözün Hz. Peygamber
(a.s.)’den alındığına dair herhangi bir kayıt Kur’an-ı Kerim veya hadislerde
bulunmuyor. Aynı şekilde, Hz. Peygamber kendi ümmetinden gelecekte herhangi bir
nebiye iman etmelerini de istememiştir. Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Peygamber
(a.s.)’den sonra Allah’ın bir elçisinin geleceğine dair herhangi bir kehânet
veya işaret olmadığı gibi, bunun tam aksine kendisine Hâtim’ün Nebiyyin
denilmiştir. Ayrıca hadislerde Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra herhangi bir
peygamberin gelmeyeceği açıkça ifade edilmiştir.
“Ey Adem oğulları, size kendi içinizden elçiler gelip size
âyetlerimi anlattıkları zaman (günahlardan) korunup (kendisini) düzeltenlere
korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir” (A’raf; 35)
Hz. Adem ile Havva (a.s.)’ın Cennet’ten indirildikleri
konusunda Kur’an-ı Kerim’de yer alan her kıssada buna benzer ifadeler
kullanılmıştır. (Bk. Bakara suresi, âyet; 38-39 ve Tâhâ, âyet; 123-124). Burada
belirtildiği gibi, peygamberlerin söz ve fiillerine uyulması için emir, ta
insanların yaratıldığı sırada Allah tarafından kullarına verilmişti. Fakat bu
tür emir ve tenbihe Hz. Peygamber (a.s.) ve ümmeti ile ilgili kayıtlarda
rastlanmıyor. Demek bu emir ve uyarılar Hz. Muhammed (a.s.)’den önceki
peygamber ve ümmetlerine mahsustu ve Rasûlullah’tan sonra başka herhangi bir
peygamberin gelmeyeceği hesabıyla bu tür emir ve uyarıya ihtiyaç duyulmadı.
5.1.10.
Peygamberliğin Sona Erdiğini Kabul Etmeyenler İçin Ayetlerden Belgeler
“Ve (Ey Nebi), Hatırla bütün peygamberlerden aldığım sözü.
Senden, Nuh’tan, İbrahim, Musa ve Îsa’dan ve hepsinden kesin söz aldım”. (Ahzâb;
7)
Yukarıdaki âyette Allahu Teâlâ’nın, Hz. Peygamber’e, hem
kendisinden hem bütün peygamberlerden aldığı bir sözü hatırlattığını görüyoruz.
‘ Bu söz nedir? Bundan hangi yemin kastediliyor? Kur’an-ı Kerim’deki ilgili
surenin daha önceki âyetlerinde bahsedilen konulara dikkat edildiğinde, bu söz
ve yeminin; peygamberlerin, Allah’ın bütün emirlerine itaat etmek ve başkalarını
da buna ikna etmeye çalışmalarına dair verdikleri söz olduğu anlaşılıyor.
Kur’an-ı Kerim’de bu söz ve yemin çeşitli yerlerde kaydedilmiştir:
“O: ‘Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin’ diye
dinden Nuh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimiz, İbrahim’e, Musa’ya ve
Îsa’ya da vasiyet ettiğimizi sizin için de teşri’ elli (bir şeriat kıldı)”.
(Şura; 13)
“Hani kendilerine kitap verilenlerden; ‘Onu mutlaka insanlara
açıklayacaksınız ve onu gizleyemeyeceksiniz, diye kesin söz almıştı. Fakat
onlar, bunu arkalarına atlılar ve ona kargılık az bir değeri satın aldılar. 0
aldıkları şey ne kötüdür.” (Al-i İmran; 187)
“Ve hatırlayın, İsrail Oğullarından, Allah’tan başka kimseye
kulluk etmeyeceklerine dair söz almıştık”. (Bakara; 83)
“Onlardan Allah’a karşı hakktan başkasını söylemeyeceklerine
dair, o kitabın (hükmü veçhile) söz alınmamış mıydı. Sımsıkı tutunuz, size
verdiğim şeyi ve hatırlayın bunda olan telkini. Umulur ki korkup sakınırsınız”.
(Araf; 169-171)
“Allah’ın üzerinizdeki nimetini ve: ‘işittik ve itaat ettik’
dediğinizde sizi, kendisiyle bağımlı kıldığı sözünü(zü) anın. Allah’tan korkup
sakının. Şüphesiz Allah, sitelerin özünde olanı bilendir”. (Maide; 7)
Yukarıdaki söz ve akitler, Hz. Muhammed (a.s.)’in din yolunda
özel hayatıyla ilgili önemli bir adım atmak üzere olduğu sırada hatırlatılmıştı.
Hz. Peygamber, İslâm düşmanlarının şerrinden endişelendiği için evlilikle ilgili
cahiliyyenin bir geleneğini bozmaktan çekiniyordu. Bir hatunla evleneceği söz
konusuyken, niyeti her ne kadar iyi ve amacı her ne kadar cemiyetin ıslâhı
idiyse de, muhalif ve bozguncuların bu işi nefsi için yaptığını ve bunun için
toplum reformcusu kılığına bürünmeye çalıştığını öne sürebileceklerini
düşünerek devamlı endişeleniyordu. Bunun üzerine Allahu Teâlâ kitabında diyor
ki: “Sen, Benim tayin ettiğim peygambersin, diğer peygamberler gibi sen de
Benimle bir anlaşma yapmıştın. Bu anlaşmaya göre, emirlerime harfiyyen uyacağını
ve başkalarının da uymalarını sağlamaya çalışacağını taahhüt etmiştin. Bunun
için, başkalarının kötü niyetli ve kasıtlı sözlerine aldırış etme, hiç korkma,
utanma ve kendinden beklenen vazifeyi yerine getir.”
Bütün mesele bundan ibaret iken, bir grup insan var ki, buna
bambaşka bir anlam vermeye çalışıyor. Bu grup, bu söz ve yeminden, Hz.
Muhammed (a.s.)’den önceki peygamberler ve ümmetlerden alınan söz ve yeminin
kastedildiğini iddia ediyor. Yani diğer peygamberler gibi Hz. Muhammed
(a.s.)’den de hâşâ kendisinden sonra gelecek bir peygamberi tanıması ve teyid
etmesi istendiğini öne sürüyor. Bu tevile dayanarak bir grup, Hazreti
Peygamber’den sonra da Peygamberlik kapısının açık olduğunu iddia
edebilmektedir. Fakat yukarıdaki ayetlerin geçtiği metin bir bütün olarak ele
alındığında bu tevilin yanlış olduğu ortaya çıkar. Zira ayetlerde bahsedilen
mevzu, Hz. Muhammed (a.s.)’den başka peygamberlere iman etmeleri gerektiği
yönünde değildir. Ayrıca, ayetlerde zikredilen anlaşma veya yeminin ne olduğu
kesin ifadelerle belirtilmemiştir. Dolayısıyla anlaşmanın asıl mahiyetini
anlamak için, Kur’an-ı Kerim’in diğer yerlerindeki peygamberler ile varılan
anlaşmalar hakkındaki kayıtları incelemeliyiz. Eğer Kur’an-ı Kerim’in tümünde
sadece bir çeşit taahhüt ve yeminden bahsedilmişse ve bu taahhüt de sonra
gelecek peygamberlere iman etmekle ilgiliyse yukarıdaki grubun mantığına
diyeceğimiz yoktur. Ama Kur’an-ı Kerim’i dikkatle ve itina ile okumuş olan bir
kişi biliyor ki bu mukaddes kitapta bir değil birçok anlaşma ve sözleşmeden söz
edilmiş olup bunların niteliği ve şekli başka başkadır. Hatta peygamberler ile
ümmetlerinin yaptıkları anlaşmaların da birden fazla çeşidi vardır. O halde bu
çeşitli anlaşmalardan burada metne en uygun olan anlaşmayı mı ele almalıyız
yoksa metne uygun olmayanı mı? Bu düpedüz yanlış ve yanıltıcı tevil gösteriyor
ki, bazı İnsanlar Kur’an-ı Kerim’den hidayet almak yerine bunu menfur ve menhus
gayeleri için kullanmaya çalışıyorlar. Kur’an-ı Kerim’de şöyle deniliyor:
“Allah’a karsı yalan uyduran ve ayetlerini yalanlayandan daha
zalim kim olabilir? Elbette suçlular hiçbir zaman iflâh olmaz.”(Yunus; 17)
Bazı akılsız kişiler yukarıdaki âyette geçen “felâh” kelimesini
“uzun ömür”, “dünyevi refah” ve “manevî huzur” olarak tercüme ederler. Bundan
ötürü, peygamberliğini ilân etmiş bir kişinin, her ne kadar yalancı bir
peygamber olsa da, iyi ve rahat bir hayat sürmesi, dünyada maddi refaha
kavuşması, başlattığı fitnenin büyük bir kitle tarafından kabul edilmesi, şan ve
şöhretinin artması halinde, kendisine ve peygamberliğine inanması gerektiği gibi
çürük bir delille ortaya çıkarlar. Bu kişilere göre, doğru ve hakiki bir
peygamberin ölçüsü dünyevi ve uhrevi “felah”ıdır. Onlara göre, sahte ve yalancı
bir peygamber, maddi ve manevî huzur ve refaha kavuş-muşsa hakiki bir
peygamberdir. Yine aynı kişilere göre “iflah olmayan bir kişi” sahte ve yalancı
peygamberdir. Bu ahmakça delil; ancak Kur’an-ı Kerim’de kullanılan “felah”
terimini bilmeyen, Allah’ın suçlular için uygun gördüğü imhâl (mühlet verme)
kanununa vakıf olmayan ve hangi siyak ve sibakla bu kelimenin kullanıldığını
idrak edemeyen biri tarafından ileri sürülebilir.
Öncelikle şunu bilmekte yarar vardır ki, “suçlular hiçbir zaman
iflah olamaz” ibaresi bir peygamberlik ölçüsü olarak kullanılmamıştır. Onun
için, bir kişi refah içinde yaşamış ya da yaşamamış, bu onun peygamberliği için
ölçek olamaz. Burada anlatılmak istenen husus, suçluların iflah olup olmamasıdır
ve kullanılan ifade şudur: “Mücrim veya suçluların hiçbir zaman iflah
olamayacağını çok iyi biliyorum. Onun için böyle bir suç işlemek ve yalan yanlış
yerde peygamberlik payesine yükseldiğimi ilân etmek istemiyorum. Fakat sizin
hakiki bir nebiye yalancı damgası vurduğunuzdan eminim. Bu yaptığınız suçtur ve
bu suçla bir zaman iflah olamazsınız.”
Ayrıca, Kur’an-ı Kerim’de “felah” kelimesi sadece “dünyevi huzur
ve refah” gibi mahdud bir manada kullanılmamıştır. Aksine, “felah” dünyevi
hayatın ilk safhalarında başarı ihtimalleri çok az görülmesine rağmen, sonu
hiçbir zaman hüsran olmayan, daimi bir muvaffakiyet ve saadet demektir. Sahte
bir peygamberin dünyada rahat ve bolluk içinde, para-pul ve şan-şöhret sahibi
olması pekâlâ mümkündür. Ne var ki Kur’an-ı Kerim açısından bu bir “felah”
değil, “hüsran” ve başarısızlığın ta kendisidir. Bunun tam aksine, Hakk’a davet
eden hakiki bir peygamber dünyada her türlü baskı ve zulme uğrayarak, bin bir
eziyet çekerek, hiçbir taraftar toplamadan bu fani dünyadan göç edebilir. Ama
görünüşteki bu başarısızlık Kur’an-ı Kerime göre “felah” ve “saadetin ta
kendisidir.
Buna ilâveten, Kur’an-ı Kerim’de yer yer Allahu Teâlâ’nın
suçluları yakalamakta acele etmediği sarahatle beyan edilmiştir. Allah (c.c.)
günahkâr ve suçlu insanların kendilerine çekidüzen vermeleri için geniş
imkânlar tanır. Verdiği mühlet bazen yanlış yorumlanır ve kötüye kullanılır.
Günahkârlar daha çok günah işler, balağa iyice batarlar. Allah böylelerine daha
büyük fırsatlar verir, hatta onlardan pek çok nimetlerini esirgemez. Nimetlerin
bolluğunu gören şirretli kişiler nefislerinin bütün çirkinliklerini ortaya
dökerler, ta ki kedilerine uygun görülen ağır cezalan tamamıyla hak etsinler. O
halde sahte ve yalancı bir peygamberin ipi uzatılıyor ve kendisi dünyevi
zenginlik ve nimetler içinde yüzüyorsa, uydurduğu yalanları doğru olarak kabul
etmek büyük bir yanlıştır. Allah’ın uyguladığı suç ve ceza kanunları herkes için
eşittir ve bunlar sahte nebiler için de aynen uygulanmalıdır. Hepimiz biliyoruz
ki, Şeytan’a kıyamete kadar mühlet verilmiştir. Fakat bu mühlete bağlı olarak,
her türlü oyun ve şirretliğine izin verileceği, ancak sahte bir nebiyi ortaya
çıkarınca buna müsaade edilmeyeceği veya sahte peygamberliğin hiçbir zaman
yaşamayacağı gibi herhangi bir şart ileri sürülmemiştir.
Belki de, yukarıda bahsettiğimiz ayet-i kerimeye cevap olarak
bazı kimseler Hâkka suresinin 44-47 âyetlerini karşımıza çıkarabilirler: “Eğer
Muhammed adımıza düzmece bir şey söyleseydi, Biz onun elini tutar, onun kalp
damarını keserdik”. Fakat burada belirtilmek istenen şey, gerçekten Allah’ın
Rasûlü olan bir kişinin, kendi tarafından bir yalan uydurup bunu başkalarına
Allah’ın vahyi imiş gibi sunmaya çalışması halinde derhal yakalanacağıdır. Bu
ayete bakarak, nübüvvet iddiasında bulunan birinin yakalanmayışının onun hakiki
bir peygamber oluşunun delili olduğunu söylemek mantıkî bir hatadır. Burada
Allah’ın suç ve ceza kanununun istisnasız uygulanmasına dair kayıt sadece doğru
ve hakiki peygamber ile ilgilidir. Sahte bir peygamber için kanunların aynen
uygulanması şart değildir. Bu noktayı şu misal ile açıklamaya çalışalım: Bir
hükümet, devlet personeli için bir kanun çıkarıyorsa bu kanun belli ki sadece
devletin hizmetinde olan memur ve işçileri kapsayacaktır. Şimdi bir dolandırıcı
başkalarına kendini devlet görevlisi olarak tanıtır ve bu yolla bir takım
menfaatler sağlamaya çalışır ve yakalanırsa, buna devlet personel kanununa göre
mi muamele edilecek, yoksa hakkında ceza kanununun ilgili maddeleri uyarınca mı
dava açılacaktır. Kendisi devlet memuru ve işçisi olmadığı için gayet tabii ki
devlet personel kanunu kendisini bağlamaz ve neticede kendisi memlekette
yürürlükte olan diğer kanunlara göre yargılanıp cezalandırılacaktır. Ayrıca,
Hakka sûresinde, bir kişinin kalp damarının kesilmesi, peygamberlik kıstası
olarak beyan edilmemiştir. Yani gaipten uzanan bir el, peygamberlik iddiasında
bulunan birini boğazlamasa kendisi hakiki peygamberdir diye bir kural yoktur.
Aynı şekilde aksini iddia etmek de yanlıştır. Bir nebi veya peygamberin doğru
olup olmadığı sireti, vaazı, telkini, talimatı ve bıraktığı eserlerle ölçülüdür,
bu tür saçma sapan tevil ve kelime oyunuyla değil.
5.1.11. Son
Peygamber’den Sonra Nübüvvet İddiası
Hazreti Peygamber (a.s.)’in son peygamber oluşuna en çok
itirazlar Ahmediler[2]
tarafından yapılır. Bu konuda Ahmediler ve yandaşları tarafından sık sık
mektuplar alırız. Bazı diğer Müslümanlar da ortalık bulandırıldığı için
tereddüde düşerek bize bazı sorular yöneltirler. Bu sorular ve bunlara
verdiğimiz cevaplar konuyla yakından ilgili olduğu için buraya aktarıyoruz.
Soru: “Tercüman-ul Kur’an” dergisinin ocak-şubat sayısında (s.
236) diyorsunuz ki, “tecrübem şahittir, Allahu Teâlâ hiçbir zaman yalanın dal
budak salmasına izin vermez. Her zaman, doğruluk ve dürüstlükten nasibini
alamayan ve Allah’tan korkmayanlara cevap vermemeyi adet edinmişimdir…
Onlardan ben değil, Cenab-ı Hak intikam alacaktır ve yalanları inşallah bu
dünyada ortaya çıkacaktır.” Burada hemen şunu belirteyim ki, ben Ahmedî’lerin
hemen hemen bütün kitaplarını okumuşumdur ve çalışmalarını da yakından
izlemişimdir. Benim bu hususta bazı sorularım olacaktır: Birincisi, bu sadece
tecrübeniz meselesi değildir. Kur’an-ı Kerim’de de Allah Teâlâ buyurmuştur ki:
“Eğer Muhammed adımıza düzmece bir şey söyleseydi, Biz O’nun
elini tutar. O’nun kalp damarını keserdik”. (Hakka; 44,45,46)
Şimdi eğer Mirza Bey yalancıysa, neden Allah (cc.) hâlâ onu
yakalamamıştır. Aksine, Müslümanlar için zararlı olduğu söylenen hareketi
giderek kuvvet kazanıyor ve hatta dış ülkelerde de çeşitli taraftarları ortaya
çıkıyor. Mirza Bey’in getirdiği mesaj 65 yılını doldurdu. Biz ne zamana kadar
ilâhî kararı bekleyeceğiz? Halen kendisi refah ve saadet içindedir. Bu yeni
harekete muhalif olanlar niçin meseleyi Allah’ın takdirine bırakmıyorlar? Son
kararı Allah (cc.) versin. İkincisi, s. 242’de partinizin Alman asıllı bir
mensubu Berlin’de Ahmediye Cemaatiyle işbirliği sorununu ortaya atmıştır. Eğer
Ahmedîlerin İslâm’ı yayma konusundaki gayret ve başarılarını takdir ediyorsanız
onlarla Pakistan’da niçin işbirliği yapmıyorsunuz?
Cevap: Hayret doğrusu, siz peygamberlik iddiasında bulunan bir
kişinin meselesini bu kadar hafife alıyorsunuz. Temas ettiğiniz sözlerim
alelâde bir durumla ilgiliydi ve bunları sadece yalan bir iftirayı bertaraf
etmek maksadıyla söylemiştim, iftira da bana atılmıştı. Şimdi siz
kalkıyorsunuz bu sözlerimi hakikaten peygamberlik gibi yalan bir iddiada
bulunan bir kişi için söylenmiş olduğunu ima etmek istiyorsunuz. Ya da en
azından, bu birbirinden tamamıyla ayrı iki olay arasında bir benzerlik bulmaya
çalışıyorsunuz. Biliyorsunuz ki nübüvvet iddiasında bulunan bir kişiyle ilgili
yalnızca iki ihtimal vardır. Eğer o gerçekten bir peygamber ise onu tanımayan
kâfirdir ve durum tam tersi ise onu tanıyan kâfirdir. Bu büyük meseleyi siz
basit bir kararla halletmeye çalışıyorsunuz ve diyorsunuz ki, Allah onun
hakkında gazaba gelmemiş ve onu yakalamamışsa onun peygamberliğini kabul
edelim. Söz konusu kişinin başlattığı fitnenin büyüyüp geliştiğini ve ilâhî
karar için fazla beklemenin anlamsız olduğunu ileri sürüyorsunuz. Sizce, her
kim peygamberliğini iddia eder, etrafında bir sürü adam toplar ve sizin
belirlediğiniz müddet içinde ilâhî adaletin pençesinden kurtulabilirse, onu
peygamber olarak tanımamız mı gerekir? Sizce bir kişinin peygamberlik iddiasının
doğru olup olamadığının araştırılması için yalnızca bu yöntem yeterli midir?
“Ve lev tekavvele aleyna ba’de’l-ekâvil” ayetinden çıkardığınız
mana yanlıştır. Bu âyette anlatılmak istenen şey şudur: Hazreti Muhammed (a.s.)
-ki gerçekten Allah’ın peygamberidir- Allah’ın vahiy olmaksızın kendi uydurduğu
bir şeyi Allah’ın adıyla başkalarına sunmaya çalışırsa, onun boynunun damarı
kesilecektir, Bu demek değildir ki gerçekten Allah’ın peygamberi olmayan bir
kişi, yalan yanlış iddialarda bulunur ve kendisinin Allah’ın rasulü ve elçisi
olduğunu ileri sürerse onun boğazı da derhal kesilecektir. Ayrıca, yukarıdaki
ayette, boğazın Allah tarafından kesilmesi peygamberliğin bir ölçüsü olarak
tanımlanmamıştır. Yani boğazı kesilen sahte, boğazı kesilmeyen de doğru
peygamber olarak tarif edilemez. Kur’an-ı Kerim’in âyetlerini bu şekilde tevil
ve tahrif etme hünerini her halde, siz de Mirza Bey ve O’nun cemaatinden
öğrenmişsinizdir. Sadece bu husus, Ahmedîlerin Allah’tan hangi ölçüde
korktuklarını göstermeye yeter sanırız.
Doğrusu, Hazreti Peygamber Efendimiz’den sonra peygamberlik
iddiasında bulunmaya cesaret edeni süzgeçten geçirirken kimse herhalde sizin
beyan ettiğiniz usûl ve ölçüleri kullanmayacaktır. Bu tür iddialar evvelâ,
Kur’ân ve hadis’in açık seçik buyrukları ışığında reddedilecektir. Zira
hepsinde, Hz. Peygamber (a.s.)’den sonra herhangi bir nebinin gelmeyeceği kesin
bir ifade ile anlatılmıştır. Mirza Bey ve taraftarlarının, peygamberlik
kapısının açık olduğuna dair ileri sürdükleri delilleri çok iyi bilirim. Fakat
size hemen şunu söyleyeyim ki, onlardan ancak okuması yazması olmayan saf
Müslümanlar etkilenebilirler. Okumuş veya bilinçli kişiler ise bu delillere
sadece gülerler.
“Tercüman’ul-Kur’an”da Almanya’dan bir okur mektubu
yayınlanmışsa, bu mektupta yer alan her şey ile mutabık olduğumuz anlamına
gelmez. Bu mektubu yayınlamamızın amacı, yurdumuzdaki Müslümanları,
Almanya’daki İslâm dinini kabul etmiş kardeşlerimize yardım etmeye teşvik
etmekti. İslâm camiasına yeni yeni giren kişiler İslâm dünyasında ne gibi
fitneler doğmakta olduğunu nereden bilebilirler? Bu saf ve samimi kişiler
aslında İslâm denen her şeye sarsabilir, susuzluklarını her kuyudan aldıkları
suyla giderebilirler. Onlara İslâm’ı doğru şekliyle tanıtan kitap ve broşür
vermek bizim görevimizdir. Yoksa onların kötü ve yanlış yola sapmaları işten
bile değildir.
Soru: Cevabınızı aldım, maalesef tatmin olmadım. Ben sizin,
“Allah Teâlâ bizzat, her yalancıyı cezalandıracaktır” yolunda söylediğiniz
sözlerin ışığında size sormuştum ki, bütün Müslümanlar tarafından yalancı
addedilen Mirza Gulam Ahmed Kadıyani’yi Allah neden yakalamıyor ve neden bu
kadar uzun müddet Müslümanların doğru yoldan sapmalarına müsaade ediyor? Ben,
Mirza Bey’in kaleme aldığı 25 kitabı eleştirisel açıdan incelemiş bulunuyorum.
Ayrıca bu kitapların reddi hakkında diğer Müslüman ulemanın kaleme aldığı
eserleri de okumuş bulunuyorum. Fakat itiraf edeyim ki, bu mevzuda sizin
herhangi bir kitabınıza rastlamadım. Şimdiye kadar Mirza Gulam Ahmed aleyhinde
yazılan kitaplara gelince, bunların çoğu sathi olup bunlarda Mirza Bey’in
söyledikleri ve yazdıkları çarpıtılmaya çalışılmıştır. Hakikatte, bu konuya
temas eden âlimlerin çoğu konuya vakıf değildir, bilgileri de kıttır. Mirza
Bey’in eserlerinden anladığım kadarıyla, kendisi, Hz. Peygamber’in büyük bir
aşığıdır ve ona büyük bir saygısı vardır. İşte bu temele dayanarak Mirza Bey’in
davasına yaklaştım ve uzun süreli inceleme ve araştırmalardan sonra şu
sonuçlara vardım: 1) Mirza Gulam Ahmed’in iddiaları, Kur’an-ı Kerim veya hadis-i
şeriflere aykırı değildir. 2) Mirza Gulam Ahmed’in peygamberliği, Hz.
Muhammed’in şan ve şerifini azaltmaya yönelik değildir. Aslında, Mirza Bey,
bütün feyzini Hz. Peygamber (a.s.)’den aldığını her zaman dile getirmeye
çalışmıştır. Nitekim, bir şiirinde şöyle der:
İn çeşme-yi revân çün be-halk-i Hudâ dehem
Yek katre-yi zi-bahr-i kemal-i Muhammed est.
(Allah’ın kullarına verdiğim bu akan çeşme,
Muhammed (a.s.)’in meziyet denizinin sadece bir damlasıdır)
Şimdi siz bana Mirza Bey’in iddialarını tekrar incelememi
tavsiye ediyorsunuz. Siz Mirza Bey’in davasının aleyhinde Kur’ân-ı Kerim’den
tek bir örnek gösterebilir misiniz?
Cevap: Doğrusunu söylemek gerekirse, siz tatmin olmak
isteseydiniz pekâlâ tatmin olabilirdiniz. Dikkatinizi tekrar “Tercüman’ul Kur’an
“da yazdıklarıma çekmek isliyorum. Benim orada yazdıklarım bana asılsız
iftirada bulunanlarla ilgiliydi. Ben orada Allah’ın takdirine inandığımı ve
kendilerini mutlaka cezalandıracağını tahmin ettiğimi belirtmiştim. Ne var ki,
siz bu sözlerimi bir nübüvvet iddiasına uydurmak isliyorsunuz. Peygamberlik
iddiasının doğru olup olmamasının tek ölçüsünün de, iddia eden kişinin Allah
tarafından cezalandırılması olduğunu kabul ediyorsunuz. Siz gerçekten böyle
saçma sapan bir şeye inanıyor musunuz? Sizce, dünyamızda cezalandırılan yalancı
ve sahte cezalandırılmayan doğru ve gerçek bir nebi midir?
Mirza Gulam Ahmed’in peygamberlik iddiasında bulunduğundan bu
yana 60 yıl geçtiği ve peygamberliğinin doğru olup olmamasını ölçmek için daha
fazla beklemeye gerek olmadığı gibi gâyet mantıksız bir soruyu da tekrar gündeme
getiriyorsunuz. Şimdi siz kendiniz söyleyin sahte bir peygambere ne ceza
verilmelidir? Sizce, gaipten bir el çıkıp yalancı peygamberin boynunun damarını
mı kesmelidir? Size arz edeyim ki, bu ceza sahte peygamberlerden Müseyleme’ye de
verilmemişti. Halbuki, bu adam, bizzat Hz. Peygamber (a.s.) zamanında
peygamberliğe talip olmuştu. Buna karşılık, Allah’ın gerçek peygamberleri
olmalarına rağmen, Kur’ân-ı Kerim’de belirtildiği gibi, ümmetleri tarafından
katledilen peygamberler için ne diyeceksiniz? Sizin mantığınıza bakılırsa bunlar
sahte peygamberlerdi. Kur’ân-ı Kerim’de şu âyetlerini herhalde görmüşsünüzdür.
“Size benden evvel apaçık delillerle ve söylediğiniz şeyle
peygamberler geldi. Eğer sözünüzde doğru idiyseniz onları niçin öldürdünüz
(Al-i İmran; 183) ve “Ahitlerini bozmaları ile, Allah’ın âyetlerini inkârları
ile, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ile, ‘kalplerimiz kapalıdır’
demeleri, ile azaba müstahak oldular”. (Nisa; 155)
Bu âyetlerin ışığında düşünce tarzınızda değişiklik
yapmalısınız. Peygamberlik iddiası bu gibi hafif ve basit ölçülerle ölçülmez.
Asıl yapılması gereken şey, peygamberlik iddiasında bulunan kişinin ve
sözlerinin Allah’ın kelâmı ışığında incelenmesidir. O kişinin bütün geçmişi ve
karakteri araştırılmalıdır. Eğer bu ölçüler o kişinin peygamberliğine gölge
düşürü-yorsa demek ki kendisi de, davası da yalandır.
Yukarıda bahsettiğim üç ölçüden son ikisi, zâten ilk ölçüye
uymayan bir peygamberlik iddiasını geçersi/, kılar ve bu ölçülerin bahis mevzuu
edilmesine bile gerek duyulmaz. Zaten Kur’ân-ı Kerim ve sahih hadislerden, Hz.
Muhammed (a.s.)’den sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceği sabit olduktan sonra,
nübüvvet iddiasında bulunanın ne gibi bir dava ile ortaya çıktığı ve kendisinin
ne gibi bir insan olduğuna bakmaya bile herhangi bir ihtiyaç yoktur. Kaldı ki,
Mirza Gulam Ahmed peygamberlik payesi açısından kanaatimce hiçbir önem taşımıyor
ve faraza, peygamberlik kapısı açık olsaydı bile akl-ı selime sahip olan bir
kişi onun peygamber olabileceğini düşünemezdi. Fakat Kur’ân ile hadis’in açık
hükümleri ortada dururken bu tür münakaşaya girmeyi gereksiz buluyorum ve
dolayısıyla, Allah ve Resûlü’ne saygısızlık yapıldığı kanaatindeyim.
Kur’ân-ı Kerîm ile hadis-i şeriflerde peygamberlik kapısının
kapanmasıyla ilgili delillere gelince bunu biraz ilerde ayrıntılı bir şekilde
ele alacağım. Ayrıca, Ahzab suresiyle ilgili hazırladığım tefsirde bu konuyu
tafsilatlı bir şekilde anlatmış bulunuyorum.
5.1.12.
Peygamberliğin Sona Ermesi Aleyhinde Kadıyanî’lerin İleri Sürdüğü Bir Başka
İddia
Soru: Tefhim’ul Kur’an adlı eserinizde s. 268’de Âl-i İmran
sûresinin “ve ehaz Allahu misaka n’nebiyyin…” ayetini açıklarken şöyle
diyorsunuz: “Burada şu hususu bilmekte fayda vardır ki, Hz. Muhammed (a.s.)’den
önceki her peygamberden bu söz alınırdı ve buna dayanarak her peygamber kendi
ümmetine müstakbel nebi hakkında bilgi verir ve ona itaat etmesini islerdi. Ama
ne Kur’ân-ı Kerîm’de ne hadis’te Hazreti Peygamber (a.s.)’den benzeri bir söz
alındığına dair bir kayıt bulunmuyor. Buna ilâveten, Hz. Muhammed (a.s.)’in
kendi ümmetine gelecek bir peygamber hakkında bilgi verdiğine veya ümmetinin ona
itaat etmesini istediğine dair de herhangi bir kayda rastlanmıyor.” Bu ibareyi
okuduktan sonra söylediklerinizin doğru olduğunu düşündüm. Fakat Ahzab
suresinde bir anlaşma ve sözden bahsedilmekledir. Şöyle ki, “ve iz ehazna
minennebiyyine misâkahüm ve minke ve min-Nûhin…” Burada “minke” kelimesiyle
Hazreti Peygamber’e hitap edildiği kesindir. Ve burada Al-i İmran suresinde
bahsedilen söz ve taahhütten söz edilmiştir. Bu itibarla, gerek Al-i İmran
gerekse Ahzab surelerinde söz veya taahhüt kelimesinin kullanıldığını
görmekteyiz. Bu söz ve vaad tıpkı diğer peygamberlerden alınan söz ve vaad
gibidir. Yani aynı sözün Hz. Peygamber (a.s.)’dan da alındığını söylememiz daha
doğru olacaktır. Bu sual aslında Ahmedîlerin bir kitabını okuduktan sonra aklıma
gelmiştir.
Cevap: “Ve iz ehazna min en-nebiyyine misâkahüm ve minke ve min
Nûhin…” âyetinden Ahmediler samimiyetle yukarıda belirtilen şekilde anlam
çıkarmaya çalışıyorlarsa gerçeklen saf ve hiçbir şeyden haberleri olmadıklarını
söyleyebilirim. Fakat bu sakat fikri bile bile ve Müslümanları kasten kötü yola
sevk etmek maksadıyla ileri sürüyorlarsa, karanlık emellerinin bir delilidir. Bu
adamlar bir yandan Al-i İmran suresinin “ve iz ehazallahü misâkan-nebiyyin…”
ayetini alıyorlar ki, bu ayette peygamberler ile ümmetleri arasında müstakbel
peygamber için geçen konuşma ve ahitten bahsediliyor ve diğer yandan yukarıda
zikredilen Ahzab suresinin ayetini ele alıyorlar ki, bundan başka
peygamberlerin yanı sıra Hz. Peygamber (a.s.)’dan da bir sözün alınmasından söz
ediliyor. Sonra, ikisini birleştirip kendileri tarafından üçüncü bir anlam
çıkarmaya çalışıyorlar. Yani, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’dan da gelecek bir
peygamber ile ilgili söz alındığını ve bu peygamberi teyit etmesi istendiğini
iddia ediyorlar. Oysa, müstakbel nebi hakkında söz ve taahhütten bahsedilen
ayette, Allahu Teâlâ, aynı sözü Hz. Muhammed (a.s.)’dan da aldığını söylemiyor.
Diğer taraftan, Hz. Muhammed (a.s.)’dan da bir söz alındığı bildirilen ayette,
bu sözün gelecekteki bir peygamberle ilgili olup olmadığı anlaşılmıyor. Şimdi
aklımıza gelen sual şudur: Bu iki ayrı metin ve konudan, Kur’ân-ı Kerim’de hiç
kaydı bulunmayan bir üçüncü konu ve anlam hangi mantığa ve esasa dayanılarak
çıkarılmıştır. Olsa olsa bunun için üç dayanak olabilirdi. Şöyle ki, bu âyetin
indirilmesinden sonra, Hz. Peygamber (a.s.) bütün sahabeyi kirâm’ı toplayarak
diyecekti ki: “Ey iman sahipleri, Allahu Teâlâ benden sonra bir peygamber daha
gönderecektir ve bu peygamberi teyit etmem ve desteklemem için Allah benden söz
almıştır. Böyle bir peygambere iman etmem gerekliği için siz de benim ümmetim
olarak ona itaat edecek, onun emrine tabi olacaksınız.” Fakat hadis-i
şeriflerin tümüne baktığımızda böyle bir açıklamaya hiç rastlamıyoruz. Aksine
pek çok hadisler vardır ki, Hz. Muhammed (a.s.)’in peygamberlik silsilesini
noktaladığı ve kendisinden sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceğini açıkça
belirtmektedir. Şimdi, Hz. Muhammed (a.s.)’dan bu kadar önemli bir söz
alındığına ve kendisinin bunu bu şekilde unuttuğuna ve hatta ümmetinin gelecek
bir peygambere iman etmesini engelleyecek bir takım sözler söylediğine
inanabilir misiniz? Bu hususta ikinci dayanak veya delil, Kur’ân-ı Kerim’de
peygamberler ve ümmetlerinden sadece tek tip sözün alınması olabilirdi. Yani
alınan söz sırf gelecek nebilere iman edilmesi ile ilgili olacaktı ve başka bir
şey ile ilgili olmayacaktı. Böyle bir durumda belki de Ahzab suresinde de aynı
sözden bahsedildiği iddia edilebilirdi. Ama ne var ki, bu delil de geçerli
değildir.Zira Kur’an-ı Kerim’de sadece bir değil birçok anlaşma ve sözden
bahsedilmiştir. Meselâ, Bakara Suresi’nin 10. rükûsunda İsrail Oğullarından
Allah’a itaat ana-babalarına iyi muamele ve aralarında kavga ve çatışmalardan
kaçınmaları konusunda söz alınmıştır. Al-i İmran suresi, rüku: 19’da bütün ehli
kitaptan, kendilerine indirilen kitabın talimatını saklamayıp başkalarına
yaymaları hakkında söz alındığı beyan edilmiştir. A’raf sûresi, 21. rükûda
İsrail Oğullarının, Allah adına hak’tan başka söz etmemeleri, Allah’ın verdiği
kitaba sarılmaları ve talimatına uymalarını taahhüt ettiklerinden
bahsedilmiştir. Maide sûresi, rükû: l’dc Hz. Muhammed (a.s.)’in taraftarlarına,
Allah’a verdikleri söz hatırlatılmıştır. Bu söz de şu idi: “Siz Allah’ı dinleme
ve ona itaat etme taahhüdünde bulunmuştunuz.” Şimdi soru şudur: Eğer Ahzâb
suresinde geçen söz ve anlaşma kelimesine herhangi bir açıklık getirilmemişse,
bu açıklık niçin sadece tek tip bir söz veya anlaşma ile getirilmeye
çalışılıyor? Madem ki bu cümle veya âyette bir boşluk vardır, bu boşluk neden
illâ Âl-i İmran sûresinin 9. rükûsuyla doldurulmaya çalışılıyor? Neden başka söz
ve anlaşmalar değil de illâ bu sözden bahsediliyor? Neden? Şimdi biri kalkıp da
bana dese ki, böyle yapmanın sebebi, her iki yerde nebilerden ahit ve söz
alınmasıdır, o zaman ben derim ki, ümmetlerden alınan diğer söz ve taahhütler
kendilerinden doğrudan alınmamıştır ve bu iş daima peygamberler vasıtasıyla
yapılmıştır, Her peygamberden alınan sözün de genellikle Kitabullah’a iyice
sarılmaları ve talimatına uymalarıyla ilgili olduğu apaçık ortadadır. Bir üçüncü
delil de Ahzab suresinin metninin gelecek bir peygamber ile ilgili olması
olabilirdi. Yani sûrede üzerinde durulan ana konu, gelecek bir peygambere iman
etmek ve itaat etmek olabilirdi. Ne var ki durum burada tamamıyla değişiktir.
Hatta tam tersine sûrenin metni başka konularla ilgilidir. Ahzab sûresi şu
sözlerle başlıyor:
“Ey Peygamber, Allah’tan kork. Kâfir ve münafıklara itaat etme.
Muhakkak ki, Allah Alim’dir. Hakim’dir. Rabbinden sana vahyolunana uy. Muhakkak
ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır”. (Ahzab; 1,2)
Daha sonra verilen emir, Cahiliyyenin bir simgesi olarak
evlâtlık konusunda süregelen bütün batıl itikat ve evhamlardan arınmaları ile
ilgilidir. Sonra, kan bağlarının dışında en büyük ve saygı duyulan bağın,
peygamber ile mü’minler arasındaki ilişki olduğu vurgulanıyor. Bu öyle bir
bağdır ki bunun yüzünden peygamberlerin karıları, onlara anneleri gibi haramdır.
Allah’ın kitabı açısından bu bağın dışında bütün diğer ilişkiler medeni sayılır
ve özellikle verasetle ilgili konularda saygıya değer addedilirler. Bu emir ve
hükümlerin verilmesinden sonra, Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (a.s.)’e diğer bütün
peygamberlerden aldığı vaad ve taahhüdü hatırlatıyor. Aynı taahhüdün kendisinden
de alındığını belirtiyor (!) Şimdi sağduyulu bir kişi, bu metinden, gelecek bir
nebiye itaat edilmeleri gerektiği anlamını çıkarabilir mi? Bu metinden ne
münasebetle, gelecekte başka bir nebiye iman edilmesi ahkâmı çıkarılıyor? Bu
hususla en makul yol geçmişte ve diğer âyetler ile sûrelerde belirtilen söz ve
taahhüde bakmaktır. Ve bu vaad ve taahhüd gayet tabii ki, bütün peygamberler
gibi Hz. Muhammed (a.s.)’den de, Kitabullah’a sarılması, taraftarlarının
Allah’ın emir ve buyruklarına uymaları ve bu talimatı başkalarına yaymaları
hakkındadır. Nitekim, bundan sonra görüyoruz ki, Allah, Hz. Muhammed (a.s.)’e
evlâtlığı Hz. Zeyd bin Harise’nin boşadığı karısıyla evlenip cahiliyyenin batıl
inançlarına son vermesini emrediyor. Çünkü eski inançlara göre evlâtlıklar, öz
evlât sayılırdı. Hz. Peygamber’in bu husustaki girişimi kâfir ve münafıkların
hücumuna uğramasına sebep oldu. Bu tenkit ve hücumları Allah Teâlâ şu deliller
ile şiddetle reddetti:
1) Bir kere, Muhammed (a.s.) hiçbir erkeğin babası değildir, bu
sebeple, onun boşadığı karısının kendisine haram olması diye bir kural yoktur.
2) İkincisi, adı geçen kadının Hz. Peygamber için helâl
olmasına rağmen kendisiyle evlenmemesi gerektiği görüşü de pek geçerli
değildir; çünkü, kendisi Allah’ın Rasûlü olduğu için, Allah’ın ortadan kaldırmak
istediği batıl itikat ve ananeleri öncelikle O kaldırmalıdır.
3) Bunu yapması, sadece Allah’ın Rasûlü olmak itibariyle değil
aynı zamanda peygamberlerin sonuncusu olması bakımından gerekiyordu.
Cahiliyyenin yanlış inanç ve geleneklerine kendisi son vermezse, kendisinden
sonra herhangi bir nebi gelmeyeceği için kimsenin gücü buna yetmeyecekti.
Şimdi elimizde bulunan bu metni daha evvelki metinlerle
birleştirerek okumaya ve incelemeye çalıştığımızda, Hz. Peygamber (a.s.)’den
sonra gelecek herhangi bir peygambere iman etmesi konusunda kendisinden ve
ümmetinden herhangi bir söz ve taahhüt alınmadığını anlamış olacağız. Buradaki
metin ve işlenen konu gösteriyor ki kendisinden ve ümmetinden belki de her
konuda söz alınmış olabilir, ama gelecek bir peygambere bağlılık konusunda asla!
Şimdi dikkat edeceğiniz gibi, Ahmediler veya Kadıyanî’lerin
ileri sürdükleri Kur’an’ın tefsiri için ancak üç şey dayanak olabilirdi, ama bu
dayanaklar yoktur. Halta yukarıda belirtilen dayanak veya deliller Ahmedîlerin
iddialarını reddeder mahiyettedir. Bu sebeple, onlarda dördüncü bir delilin olup
olmadığını öğrenmelisiniz. Eğer yoksa, ki muhakkak yoktur, o zaman teslim
etmelisiniz ki, âyetlerden çıkardıkları anlam ya cehalete dayanıyor ya
dalâlete. Onlar Allah’tan korkmadan kullarını doğru yoldan saptırmaya
çalışıyorlar. Mirza Gulam Ahmed gerçekten “peygamber” ise, “sahabeleri” ve yakın
arkadaşlarının dönemi henüz geçmemiştir ve kendisi de sağdır. Fakat görüyoruz
ki, Kitabullah’tan yanlış anlamlar çıkarılmaya çalışılıyor ve bizzat kentli
“ümmeti” arasında Kur’ân-ı Kerim’in âyetleri çelişkili biçimde yorumlanıyor ve
açıklanıyor ve ne kendisinden ne de “ümmetin”den tek bir ses çıkmıyor. Bu nasıl
bir peygamber ve bu nasıl bir “ümmet”tir?
5.1.13.
Nübüvvet’in Sona Ermesiyle İlgili Ayette Varolan Üç Delil
“Muhammed, adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Fakat O,
Allah’ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir.”(Ahzab;
40)
Dilerseniz Ahzab sûresinin yukarıdaki ayetinde peygamberliğin
sona ermesi ile ilgili yer alan kaydın perde arkasını görelim. Bilindiği üzere,
Arabistan’da evlâtlık, öz evlât olarak kabul edilirdi. Bir evlâtlık tıpkı öz bir
evlât gibi mirastan payını alırdı ve babalığından doğan çocuklar ve karısıyla öz
evlâtları gibi ilgi ve saygı görürdü. İşte Allah (cc.) bu eski geleneği bozmak
istiyordu ve aynı sûrenin 4-5. âyetlerinde birinin evlât edinmesinin onun öz
evlât gibi muamele görmesini gerektirmediğini göstermek istiyordu. Ne var ki
yıllar ve hatta yüzyılların verdiği alışkanlık ve geleneğin bozulması öyle
kolay değildi. Bunun için, bu geleneğin ortadan kaldırılması için pratik bir
örneğe gerek vardı. Hikmet-i ilâhiye bakın ki; tam o sıralarda, Hz. Muhammed
(a.s.)’in evlatlığı olan Hz. Zeyd bin Harise (r.a.) nikâhlı zevcesi olan Hz.
Zeynep (r.a.)’i boşayıverdi. Rasûl-ü Ekrem, cahiliyye devrinden Araplar arasında
süregelen bir geleneği bozma fırsatını bulduğunu düşündü ve bu amaçla
evlâtlığının boşadığı karısıyla resmen izdivaca girmenin tek çare olduğu
kanısına vardı. Fakat Hazreti Peygamber aynı zamanda bu adımı altıktan sonra
koparacağı fırtınayı da sezebiliyordu. Batıl inanç ve geleneklerine son derece
bağlı olan Medine’nin münafıkları ile Mekke kâfirleri ve çevredeki Yahudilerin
buna ne gibi sert bir tepki göstereceklerini, hem kendisini hem İslâm’ı
kötülemek için ne gibi çirkin yollara başvurabileceklerini çok iyi biliyordu.
Bundan dolayı da, bu hususla adım atmaktan çekiniyordu. Nihayet, Allah
kendisine emir verdi ve Hz. Zeynep ile evlenmesini istedi. Tahmin edildiği gibi,
itiraz, itham ve iftiraların fırtınası koptu ve hatta bazı Müslümanlar da
tereddüt ve şüpheye düştüler, işte bu fırtınanın dindirilmesi için Ahzab
sûresinin beşinci rüküşünün 37-40, ayetleri indi.
Bu âyetlerde Cenab-ı Hak diyor ki, Hz. Muhammed (a.s.)’in Hz.
Zeyneb ile nikâhı kendi emri ile olmuştur ve bunun gayesi de ilerde mü’minleri
kendi evlâtlıklarının dul ve boşanmış karılarıyla evlenmelerine herhangi bir
engel kalmamasıdır. Allah bu meseleyi, bir peygamberin, Allah’ın emrini yerine
getirmekte tereddüt etmemesi gerektiği hükmüyle bitiriyor ve sonunda şöyle
diyor: “Muhammed, adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Fakat, o Allah’ın
Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur”.
Allah Teâlâ, meseleyi bu şekilde kesip bitirmek suretiyle Hz.
Muhammed (a.s.)’e dil uzatanlara üç delille cevap vermiştir. Bu delilleri şöyle
sıralayabiliriz:
Kâfir ve münafıkların en büyük itirazı, Hz. Peygamber (a.s.)’in
kendi geliniyle evlenmiş olduğu yolundaydı. Halbuki Hz. Peygamber’in getirdiği
şeriatta öz oğlunun nikâhlı karısı, babası için haramdır. Fakat Hz. Zeyd’in
eşinin durumu başka idi. Zira, kendisi Hz. Peygamber’in öz oğlu olmayıp
evlâtlığıydı; dolayısıyla, onun boşadığı eşi de gelini değildi. Bunun için,
yukarıdaki ayette “Muhammed, adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir” dendi.
Yani, Hz. Peygamber’in, nikâhına aldığı boşanmış kadının eski kocası öz oğlu
olmadığı için onun eşiyle nikâh haram değildi.
Söz konusu evliliğe yapılan ikinci itiraz şu merkezdeydi:
Diyelim ki, evlâtlık, Hz. Peygamber’in öz oğlu değildi, ama onun boşadığı eşiyle
Hz. Peygamber’in evlenmesi şart değildi. Buna cevap olarak dendi ki, “Fakat o,
Allah’ın Rasûlüdür”. Yani bir peygamber olarak cehalet ve kötü gelenek yüzünden
helâl olan bir şeyin haram olması etrafında dönen her türlü oyunlara son vermek
onun vazifesidir. Yani o kendi davranış ve hareketleri ile kötü gelenekleri,
herhangi bir şüphe ve itiraza mahal vermeyecek şekilde bozmalıdır.
Yukarıdaki ayette, nikâhın gerekli olması lehinde üçüncü delil
olarak Hz. Peygamber’in sadece Rasûl değil aynı zamanda nebilerin sonuncusu
olduğu da gösterilmiştir. Nitekim, ayetle kendisinin “Hâtim’ûn-Nebiyyin” yani
“peygamberlerin sonuncusu” olduğu söylenmiştir. Demek kendisinden sonra başka
herhangi bir nebi veya peygamber dünyaya gelmeyeceği için medenî kanunlarda
yahut toplumda görülen bir aksaklığı kimse gideremeyecektir. Her türlü ıslah ve
düzeltmeyi kendisi yapmalıdır; yoksa iş işten geçecektir.
Ayetin sonunda da, “Allah, her şeyi bilendir” denilmiştir. Yani,
cahiliyyenden gelen bir kötü inanç ve geleneğin ortadan kaldırılması için Hz.
Muhammed’in ne yapması gerektiği ve ne yaptığını en iyi bilen Allah’tır. Allah
Peygamber (a.s.)’in hareketinin hikmetini pekalâ biliyordu. O, Hz. Muhammed
(a.s.)’den sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceğini de çok iyi biliyordu.
Dolayısıyla önemli bir işi Hz. Peygamber vasıtasıyla yaptırmıştır. Çünkü, bu işi
onunla yaptırmazsa, ondan sonra gelen herhangi bir peygamber ve yol gösterici
yoktur. Kötü bir inanç ve geleneğe son verilmediği takdirde büyük bir ihtimalle
bu illet ilerde Müslümanların arasında yaygınlaşmış olabilecektir. Daha sonraki
din adamları, veli ve ıslahatçı kimselerin sözleri de pek etkili olamaz; zira
onlar için canlı bir örnek yoktur, işte bütün bu düşüncelerle Allah Teâlâ, Hz.
Peygamber (a.s.)’in Hz. Zeyneb (r.a.) ile resmen evlenmesini mümkün kılmıştır.
Bu meyanda, sözü edilen ayetlerde peygamberliğin Hz. Muhammed ile sona erdiği ve
kendisinden sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceği açık bir ifade ile
anlatılmıştır.
5.2. PEYGAMBERLİĞİN SON BULMASI
ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME
Çağımızda peygamberlik fitnesini yaratan sapık bir grup ve insan
topluluğu, “Mâ kâne Muhammedün ebâ ehadin min ricâliküm ve lâkin rasûlallahi ve
hâtem-en Nebiyyin” ayetinde geçen “Hâtem-en Nebiyyin” kelimesini kendi kötü
emellerine alet etmeye çalışıyor ve bunun manasının, “Peygamberlerin mührü”
olduğunu iddia ediyor. Bu sapıklar, bu kelimenin açıklamasını da şöyle
yapıyorlar: Hz. Peygamber’den sonra gelecek peygamberler, onun (Hz. Muhammed)
mührü veya damgasıyla peygamberlik payesine yükselecekler. Başka bir deyimle,
Hz. Peygamber (a.s.)’in mührünü taşımayan biri peygamber olamayacaktır.
Ne var ki, bu ayetin metninde kullanılan ifade ve işlenen konu
yukarıdaki açıklama ve tevil ile bağdaşmamaktadır. Söz konusu kelime iddia
edilen anlamda okunduğunda bütün ayet ve bahsedilen konu havada kalmış oluyor.
Böyle bir anlam ve açıklama, ayetin ruhuna aykırıdır ve anlamını büsbütün
ortadan kaldırmaya yöneliktir. Şimdi, Hz. Peygamber’in Hz. Zeyneb ile evliliğine
muhaliflerin itirazı ve yarattıkları şüphe ve tereddüde cevap verilirken birden
bire “Muhammed, peygamberlerin mührüdür” demenin ne anlamı vardır? Burada,
peygamberin bir mühür olduğunu ve gelecek bir peygamberin onun mührünü taşıması
gerekliğini söylemenin ne manası vardır?
Aynı grup bir başka tevil ile de ortaya çıkıyor ve diyor ki: “Hâtem-en
Nebiyyin” deyimi bir başka anlamda da kullanılabilir. Bu gruba göre, “Hâtem-en
Nebiyyin” deyiminin manası, “Efdâl-en Nebiyyin”dir. Yani peygamberliğin fazileti
ve kemâli Hz. Muhammed (a.s.) ile sona ermiş olmasına rağmen peygamberlik
kapısı açıktır. Fakat demin izah etmeye çalıştığımız gibi, bu deyimin anlamını
bu şekilde kabul etmek de imkânsızdır. Çünkü aynı şekilde bu mananın da ayetin
metniyle herhangi bir ilgisi bulunmuyor, halta tam ters düşüyor. Kâfir ve
münafıklar diyebilirlerdi ki, Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra her ne kadar küçük
seviyeli ve az kabiliyetli de olsa, peygamberler geleceğine göre, eski
geleneğin illâ Hz. Muhammed (a.s.) tarafından bozulmasına gerek yoktur. Aynı
şekilde yukarıdaki durumda da diyebilirlerdi ki, Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra
onun mührüyle gelecek peygamberlerin silsilesi kesilmeyeceği için onlar da bu
geleneği pekalâ ortadan kaldırabilirler.
5.2.1. “Hâtem-en
Nebiyyin” (Peygamberlerin Sonuncusu)’in Sözlük Anlamı
Söz konusu âyette anlatılan konu ve bizzat ayetin metni, “Hâtem-en
Nebiyyin” deyiminin ancak “peygamberlerin sonuncusu” veya “peygamberlik
zincirine son veren” anlamına gelebileceğini göstermektedir. Fakat sadece metin
değil, bu kelimelerin sözlük anlamı da aynıdır. Arap sözlüğüne göre, “Hatm”
kelimesi “damga vurmak”, “mühürlemek”, “kapatmak”, “sona erdirmek” ve “bir işi
bitirip rahatlamak” gibi anlamlar taşımaktadır. Burada birkaç örnek verelim:
1. “Hatem-el amele”, işi bitirip boş kalmak demektir.
2. “Hatem-el inde”, tencereyi kapatmak demektir. Yani, tencere
öylesine kapatılmış ve mühürlenmiş ki içine ne bir şey girebilir ne de içinden
dışarıya çıkabilir.
3. “Hatem el-kitâbe”, mektubu kapatıp, muhafazası için
mühürlemek anlamına gelir.
4. “Hateme alel-kalbi”, kalbin mühürlenmesi demektir. Yani kalbe
öylesine damga vuruluyor ki, ne bir şey anlayabilir ne de içine yerleşmiş bir
fikir kolay kolay atılabiliyor.
5.”Hatem-u kulli meşrûin”, bir içkiyi içtikten sonra alınan tad
demektir.
6. “Hatimet-ü kulli şey’in âkıbeh ve âhirah”, her şeyin bittiği,
akıbet ve ahiret demektir.
7. “Hateme ş-Şeyy’a belağa âhıra”, bir şeyi bitirmek, onun
sonuna varmak demektir. Aynı anlamda “Hatem-i Kur’ân” denilir ve surelerin son
âyetleri “havalım” olarak bilinir.
8. “Hâtem-ul Kavmi âhiruhüm”, kavmin hâlimi demek kabilenin son
ferdi demektir (Bk. Lisan ul Arab, Kamus veAkrab-ul Mevarid)[3]
.
İşte bütün bu açıklamaların ışığında dil bilimciler ile Kur’ân-ı
Kerim’in müfessirleri, “Hatem-en Nebiyyin” ifadesini oybirliğiyle
“peygamberlerin sonuncusu” olarak tercüme etmişlerdir. Arapça sözlüğü ve
deyimlerine göre “hatim”, seri halinde basılarak mektupların yollandığı posta
damgası değildir. Aksine, zarfın kapanması, içine herhangi bir şey sokulmaması,
içinde de herhangi bir evrak veya madde alınmaması için yapıştırılan mühürlü
mumdur.
5.2.2. Hz.
Peygamber’in Buyrukları
“Hatem-en Nebiyyin” deyiminin, hem Kur’ân-ı Kerim’in çeşitli
metinlerinde bahsedilen konular açısından, hem sözlük ve hem de gramer
kurallarına göre ne anlama geldiğini yukarıda gördük. Şimdi, bu deyimin Hz.
Peygamber (a.s.)’in birçok hadislerinde de aynı anlamda kullanıldığını
göreceğiz. Biz burada sadece birkaç örnekle yetineceğiz:
1.”Hz. Peygamber (a.s.) buyurdular: İsrail Oğullarının
önderliğini peygamberler yaparlardı. Bir peygamber ölünce yerine başkası
geçerdi. Ama benden sonra herhangi bir nebi (peygamber) gelmeyecektir. Benden
sonra ancak halifeler gelecektir. (Sahih-i Buhari, Kitab-ul Menâkıb, Bölüm:
Beni İsrail).
2. Hz. Peygamber (a.s.) buyurdular: Benim ve benden önceki
peygamberlerin durumunu size bir misal ile anlatayım: Mesela; bir kişi çok
güzel ve muhteşem bir bina yaptırdı, ancak bir köşede bir tuğlanın yerini boş
bıraktı, İnsanlar bu binanın etrafında dönüyor ve güzelliğine hayran
kalıyorlardı. Ancak boş yere işaret ederek, buraya tuğla neden konmadı diye
hayretlerini belirtiyorlardı, öyleyse, o tuğla benim ve ben peygamberlerin
sonuncusuyum. (Yani, benim gelişimden sonra peygamberlik binası tamamlanmıştır
ve bu binada eksik veya doldurulacak herhangi bir yer kalmamıştır). (Sahih-i
Buhari, Kitab-ul Menâkıb, Bölüm: Hâtem-en Nebiyyin).
Aynı konu, hemen hemen aynı ifadelerle “Sahih-i Müslim, “Kitab-ul
Fezâil, Bölüm: Hatem-en Nebiyyin”de dört hadis-i şerifte anlatılmıştır, son
hadis’te şu ilâve kelimeler de kullanılmıştır: “O halde ben geldim ve
peygamberlerin silsilesine son verdim”.
Aynı hadis, aynı kelimelerle, “Tirmizî, Kitab-ul Menâkıb, Bölüm:
Fezâil-ün Nebi, Kitab-ul Adâb ve Bâbül Emsal”de yer almıştır. “Sünen-i Ebu Davud”
ve “Tayâlisi” de bu hadis Câbir bin Abdullah (r.a.) tarafından rivayet
edilmiştir. Son kelimeleri de bunlardır: Benim sayemde peygamberlerin silsilesi
sona erdi”.
“Sünen-i Ahmed”de az bir kelime farkıyla aynı hadisler, Hz. Übey
bin Ka’ab, Hz. Ebu Said Hudrî ve Hz. Ebû Hureyre (r.a.) tarafından
nakledilmiştir.
3. “Hz. Peygamber (a.s.) buyurdular: Ben altı yönden diğer bütün
peygamberlerden üstünüm: 1) Bana, az ve öz şey söyleme kabiliyeti verilmiştir.
2) Bana debdebe ile zafer verilmiştir. 3) Benim için ganimet eşyaları helâl
edilmiştir. 4) Benim için yeryüzü mescide çevrilmiş ve temizlik kaynağı
yapılmıştır. 5) Ben bütün dünya için peygamber olarak gönderildim. 6)
Peygamberlerin zinciri benimle son bulmuştur”. (Müslim, Tirmizî, İbn Mâce).
4. “Hz. Nebiyi Kerim (a.s.) buyurdular: Resûl’lük ve Nebi’lik
silsilesi bitmiştir. Benden sonra ne bir rasûl ne bir nebi gelecektir”. (Tirmizî,
Kitâb’ür-Rüya, Bölüm: Zehab-ün Nübüvvet, Müsned-i Ahmed, Rivayet eden: Hz. Enes
bin Malik).
5. “Nebî (a.s.) buyurdular: Ben Muhammed’im, ben Ahmed’im, ben
Mâhi’yim, çünkü ben küfrü mahvedeceğim. Ben Haşir’im, çünkü benden sonra
İnsanlar mahşerde toplanacaklardır. (Yani benden sonra ancak kıyamet
gelecektir). Ve ben Akıb’ım. Akıb da kendisinden sonra herhangi bir peygamber
gelmeyene denir”. (Sahih-i Buhari ve Müslim, Kitab’ul Fezâil, Bölüm:
Peygamber’in isimleri, Tirmizî, Kitab’ul Adab, Bölüm: Peygamberin isimleri,
Muvatta, Kitab’ul Esma’ün Nebi, el-Müstedrek lil Hâkim, Kitab’ul Tarih, Bölüm:
Peygamber’in isimleri).
6. “Rasûlullah (a.s.) buyurdular: Allah’ın gönderdiği her
peygamber kendi ümmetini, Deccâl’ın doğması konusunda korkutmuştur (amma
onların zamanında Deccâl gelmemiştir). Şimdi ben son peygamberim ve siz de son
ümmetsiniz. Onun için, ister islemez o aranızdan çıkacaktır”. (İbn Mâce,
Kitab’ul Fiten, Bölüm: Deccâl).
7. “Abdullah bin Cübeyr diyor ki, ben Abdullah bin Amr bin
As’tan duydum, bir gün Rasûlullah (a.s.) evinden çıkıp bize geldi. Öyle ki,
sanki bize veda edecek. Rasûlullah bize üç defa seslendi, “Ben ümmi
peygamberim” ve sonra dedi ki: “Benden sonra başka herhangi bir peygamber
gelmeyecektir”. (Müsned-i Ahmed, rivayet eden, Abdullah bin Amr bin As).
8. “Hz. Peygamber (a.s.) buyurdular: Benden sonra herhangi bir
peygamberlik yoktur. Benden sonra sadece yol gösteren şeyler olacaktır.
Soruldu, yol gösteren şeyler nelerdir? Rasûlullah cevap verdi: İyi bir rüya veya
salih bir rüya”. (Yani bundan böyle vahiy gelmeyecektir. Eğer biri Allah
Telâ’dan işaret alacaksa sadece doğru rüyalarla alacaktır). (Müsned-i Ahmed,
rivayet eden: Ebu’t-Tufeyl, Nesâi, Ebu Davud).
9. “Hz. Peygamber buyurdular: Benden sonra eğer peygamberlik
silsilesi devam etseydi, Ömer bin el-Hattab peygamber olacaktı”. (Tirmizî,
Kitab’ul-Menâkıb).
10. Rasûlullah (a.s.) Hz. Ali’ye dedi ki: “Benle sen Hz. Musa ve
Hz. Harun gibiyiz. Fakat benden sonra herhangi bir nebi gelmeyecektir”.
(Sahih-i Buhari, Müslim, Kitab’ul Fezâil-i Sahabe).
Yukarıdaki hadis-i şerif, Sahih-i Buhari ile Müslim’de Tebûk
savaşının anlatıldığı bölümde de geçmektedir. Müsned-i Ahmed’de de aynı konuda
iki hadis Sa’d bin Ebi Vakkas tarafından rivayet edilmiştir. Bunlardan birinin
son cümlesi şöyledir: “Fakat benden sonra herhangi bir nübüvvet yoktur”. Ebû
Davud, Tayâlisi, İmam Ahmed ve Muhammed bin İshak bu konuda ayrıntılı bilgi
vermişlerdir. Bunlardan anlaşılıyor ki, Tebûk gazvesine giderken Hz. Peygamber
(a.s.) Hz. Ali’yi arkasında, Medine’yi savunmakla görevlendirmeye karar
vermişti. Fakat münafıklar bu karara itiraz etmeye ve türlü şeyler söylemeye
başlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Ali Rasûlullah (a.s.)’a giderek kuşkularını
şöyle dile getirdi: “Ya Rasûlullah, siz beni kadınlar ile çocuklar arasına mı
bırakıyorsunuz?” Hz. Peygamber de kendisini teselli ederek şöyle buyurdular:
“Senin benimle münasebetin tıpkı Hz. Harun’un Hz. Musa ile olan ilişkisi
gibidir”. Yani, nasıl ki Hz. Musa, Tûr dağına giderken Hz. Harun’u İsrail
Oğullarını korumakla vazifelendirmişse, Hz. Muhammed (a.s.) de Hz. Ali
(r.a.)’ye Medine’yi savunma vazifesi vermişti. Fakat bu açıklamadan sonra Hz.
Peygamber, Hz. Ali’yi Hz. Harun’a benzetmesinin bir fitneye yol açabileceğini
düşünmüş olacak ki, sözlerine hemen ekleyiverdi: “Benden sonra başka bir
peygamber olmayacaktır”.
11.”Sevban tarafından rivayet ediliyor ki, Rasûlullah (a.s.)
şöyle buyurdular: …Benim ümmetimden 30 yalancı doğacaktır. Bunlardan her biri
peygamberlik iddiasında bulunacaktır. Halbuki ben peygamberlerin sonuncusuyum,
benden sonra herhangi bir peygamber yoktur”. (Sünen-i Ebû Davud, Kitab’ul Fiten).
Aynı konuda bir başka hadis, Ebû Davud’un “Kitab-ul Melâhim”inde,
Hz. Ebû Hureyre tarafından rivayet edilmiştir. Tirmizî’de de Hz. Seyban (r.a.)
ile Hz. Ebu Hureyre (r.a.)’nin aynı rivayetleri nakledilmiştir. Bunlardan
ikincisinin sözleri şöyledir: “Ta ki, 30’a yakın yalancı, sahtekâr ortaya
çıkacak ve bunlardan her biri kendisinin Allah’ın peygamberi olduğunu iddia
edecektir”.
12.”Hz. Peygamber buyurdular: Sizden önce dünyada varolan İsrail
Oğullarından bazılarıyla, peygamber olmamalarına rağmen, konuşulurdu (Allah
konuşurdu). Benim ümmetimden böyle birisi olsa Hz. Ömer olacaktır”. (Sahih-i
Buhari, Kitab’ul Menâkıb).
“Sahih-i Müslim’de aynı mevzuda yer alan hadis-i şerifle, “yü-kellemûn”
yerine “muhaddesûn” kelimesi kullanılmıştır. Fakat ikisinin anlamı hemen hemen
aynıdır. Yani, Allah ile kelâm etme (konuşma) şerefine nail olan veya
kendisiyle gaip perdesinden konuşulan kişi veya kişiler. Bu hadisten anlaşılıyor
ki, eğer peygamberlik payesine yükselmeden Allah ile konuşma şerefine nail
olabilecek kimse olsaydı o da Hz. Ömer olurdu.
13.”Rasûlullah (a.s.) buyurdular: Benden sonra herhangi bir
peygamber yoktur ve benim ümmetimden sonra herhangi bir ümmet yoktur” (Beyhakî,
Kitab-ur Ru’yâ, Taberânî).
14.Rasûlullah buyurdular: Ben son peygamberim ve benim camim (Mescid-i
Nebevi) son cami’dir[4].
(Müslim, Kitab’ul Hac, Bölüm: Mekke ve Medine’deki Camilerde Namaz Kılmanın
Faziletleri).
Bu hadisleri birçok sahabe rivayet etmişlerdir. Birçok muhaddis
(hadis toplayanlar) da bunları sağlam ve güvenilir kaynaklara dayanarak
eserlerinde toplamışlardır. Bunları incelediğimizde, Hazreti Peygamber efendimiz
(a.s.)’in çeşitli zamanlarda, çeşitli vesilelerle ve değişik ifadelerle
kendisinden sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceğini, kendisiyle birlikte
peygamberlik silsilesinin sona erdiğini ve kendisinden sonra peygamberlik
iddiasında bulunacakların Deccâl ve yalancı olacaklarını açıkladığına tanık
oluruz. Kur’ân-ı Kerim’de geçen “Hatem-en Nebiyyin” kelimesinin bundan daha
güzel izahı ne olabilir ki? Rasûl-ü Ekrem (a.s.)’in mübarek sözleri zaten birer
senet ve vesika gibidir. Üstelik, kendisi Kur’ân-ı Kerim’i daha iyi anladığını,
daha iyi tefsir edebileceğini iddia edebilir mi? Şayet biri böyle bir
küstahlıkla bulunursa, onun sözlerine zerre kadar önem verilebilir mi? Tabii ki
hayır.
5.2.3.
Sahabelerin Ortak Görüşü
Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet’ten sonra üçüncü derecede önemli
kaynak, sahabeyi kirâm’ın icmaı’dır. Tarih şahittir ki, Hazreti Peygamber
(a.s.)’in vefâtından hemen sonra, gerek peygamberlik iddiasında bulunanlar,
gerekse bu sahte peygamberlere iman edenlere karşı bütün sahabeler ortak bir
cephe aldılar.
Bu hususta, özellikle Müseyleme-i Kezzâbın durumu dikkate
değerdir. Bu şahıs, Hz. Peygamber (a.s.)’in peygamberliğini inkâr etmiyordu.
Aksine, peygamberlikte Hz. Muhammed (a.s.) ile ortak olduğunu
ileri sürüyordu. Müseyleme, Hz. Muhammed (a.s.)’in ebediyete intikalinden kısa
bir süre önce kendisine gönderdiği mektupta şöyle diyordu: “Allah’ın Rasûlü
Müseyleme’den Allah’ın Rasûlü Muhammed’e selâmlar, peygamberlik işinde sizinle
ortak olduğumu bilmelisiniz.” (Taberî, cilt: II, s. 399, Mısır baskısı).
Buna ilaveten tarihçi Taberi’nin anlattıklarına göre,
müseyleme’nin taraftarları ezan okurken, “Eşhedü enne Muhammed’er-Rasûlullah”
sözlerini de kullanırlardı. Ne var ki, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’nın
peygamberliğini açıkça kabul eden bu kişi sahabeler tarafından kâfir ilan
edildi ve ümmetten ihraç edildi. Hatla bununla yetinilmedi, kendisiyle savaşıldı
ve çarpışmalarda yenilerek başı uçuruldu. Tarih ayrıca şahittir ki, Beni
Hanife, bir yanılgı sonucu Müseyleme’ye samimiyet ve iyi niyetle iman etmişti.
Aslında Beni Hanife, Müseyleme’nin Hz. Muhammed (a.s.) tarafından peygamberliğe
ortak edildiği halasına kapılmıştı. Ayrıca, medine’de Kur’ân-ı Kerim’i öğrenerek
gelmiş olan bir kişi Beni Hanife’ye Kur’an âyetlerini, güya Müseyleme’ye indiği
şekilde okumuştu (İbn Kesir, el-Bidâye ven-Nihaye, c. V, s. 51). Fakat buna
rağmen sahabeler, Beni Hanife’yi Müslüman olarak kabul etmediler ve onların
üzerine ordularıyla yürüdüler.
Burada, Beni Hanife’ye veya Müseyleme’ye karşı sahabelerin
dinsizlik değil, isyan yüzünden savaş açtıkları da iddia edilemez. Çünkü, İslâm
yasalarına göre, âsi Müslümanlar ile savaşıldığı takdirde, esirlerine köle
muamelesi yapılamaz. Hana, Müslümanlar bir yana, âsi zımmiler (Müslüman
olmayanlar) da esir alındıktan sonra köle yapılamaz. Fakat Müseyleme ile
taraftarlarına hücum edildiği zaman, Hz. Ebu Bekir, esir kadın ve çocukların
dahi köle yapılabileceğini ilân etti ve gerçekten Müseyleme’nin mağlubiyetinden
sonra Müslümanların ellerine düşen esirler köle yapıldılar. Nitekim, bir köle
kadın, cariye olarak Hz. Ali’nin payına düştü ve bu cariyeden İslam tarihinin
ünlü şahsiyeti, Muhammed bin Hanefiye[5]
doğmuş oldu (el-Bidâye ven-Nihaye, c.Vl, s. 316, 325). Bundan anlaşılacağı
gibi, sahabeler Müseyleme ve taraftarlarıyla isyan değil, irtidad veya dinsizlik
sebebiyle savaşmışlardı. Müseyleme ve taraftarları, Hz. Peygamber (a.s.)’den
sonra peygamberlik iddiasında bulunmak ve bir fitne yaratmak suçundan lâyık
oldukları eczaya çarptırılmışlardı. Bu gelişmeler Hz. Muhammed (a.s.)’in
ebediyete intikalinden hemen sonra meydana gelmişti. Bu hareketin lideri Hz.
Ebu Bekr’di ve sahabelerin tümü kendisiyle ittifak etmişlerdi. Sahabelerin ortak
görüşü ve hareketinin bundan daha iyi bir misali olabilir mi? Müseyleme’nin
dışında o devrede peygamberlik iddiasında bulunan herkese karşı aynı şiddet ve
kararlılıkla hareket edildi ve İslâm alemi emekleme devresinde karşı karşıya
bulunduğu büyük bir felaketten Hz. Ebu Bekr’in basireti ve sahabelerin
kararlılığıyla yüz akıyla kurtulmuş oldu.
Dinî konularda, sahabenin ortak görüş ve hareketinden sonra
dördüncü derecede mühim olan husus, ümmetin ileri gelenleri ve âlimler ile
fakihlerinin ortak görüşüdür. Bu açıdan bakıldığında, İslâmiyet’in doğduğu ilk
Hicri senesinden başlayarak günümüze kadar her devirde ve İslâm dünyasının her
köşesinde, her ülkenin ulema ve fukahasının Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra
herhangi bir peygamberin gelmeyeceği hakkında ittifak ettiklerini görürüz. Aynı
alim ve fakihler, Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra peygamberlik iddiasında
bulunanlar ile bunlara iman edenlerin kâfir ilân edilmesi ve Müslümanlıktan
çıkarılması konusunda birleşmişlerdir. Burada birkaç örnek verelim:
1.İmam Ebû Hanife (80 H. – 150 H.) döneminde bir kişi
peygamberlik iddiasında bulunup, “bana, peygamberliğimin alâmetlerini gösterme
izni veriniz” dedi. Bunun üzerine İmam-ı Azam dedi ki: “Bu şahıs ve bundan
alâmet talebeden şahıs da kâfir olacaklardır. Zira Hz. Muhammed, kendisinden
sonra herhangi bir peygamber olmayacağını açıkça belirtmiştir” “Menakıb-ı
Ümam’ul Azam Ebû Hanife, İbn Ahmed el-Mekkî, c. I, s. 161, Haydarabat baskısı,
1321).
2.Allâme İbn Cerir Taberî (224 H. – 310 H.) meşhur Tefsir-i
Kur’an’ın da “Ve lâkin rasûlullah-i ve hâtem-en Nebiyyin” ayetini açıklarken
şöyle der: “Hz. Peygamber (a.s) peygamberlik geleneğine son vermiştir,
peygamberliği mühürlemiştir. Bu kapı artık kıyamete kadar açılmayacaktır”
(Tefsir-i İbn Cerir, c. 22, s. 12).
3. İmam Tahavi, (239 H. – 321 H.) “Akide-i Selefiyye” adlı
eserinde, salih selefler, özellikle İmam Ebu Hanife, İmam Ebu Yusuf ve İmam
Muhammed’in akide ve inançlarını belirtirken, peygamberlik hakkındaki
inançlarını şöyle anlatıyor: “Onlara göre, Hz. Muhammed (a.s.) Allah’ın güzide
kulu, seçkin peygamberi ve en beğendiği resulüdür. Peygamberlerin sonuncusu,
ermiş insanların imamı, peygamberlerin reisi, Alemlerin Rabbi’nin sevgilisidir.
Ve kendisinden sonra peygamberlik ile ilgili her türlü iddia sapıklık ve nefse
hizmettir” (Şerhut Tahâviyye, Dar’ul Ma’ârif, Mısır baskısı, s. 15,87, 96, 97,
100 ve 102).
4. Allâme İbn Hazm Endülüsi (384 H – 456 H.) şöyle diyor:
“Doğrusu, vahiy silsilesi, Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra kesilmiştir. Bunun
delili de şudur; vahiy peygambersiz olmaz. Ve Allahu Teâlâ açıkça
buyurmuşlardır: Muhammed, adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Fakat o,
Allah’ın Rasûlü ve peygamberlerinin sonuncusudur” (el-Hullâ, c. I, s. 26).
5. İmam Gazali, (450 H. – 505 H.)’nin bir deyimini burada uzun
uzun naklediyoruz; zira peygamberliğin sona ermediğini iddia edenler bu sözleri
çarpıtmaya çalışıyorlar: “Eğer bu kapı (yani, icmayı hüccet veya delil olarak
kabul etmeme kapısı) açık bırakılırsa çok kötü ve vahim sonuçlara varmak
mümkündür. Meselâ, biri Peygamber Efendimiz (a.s.)’den sonra başka bir
peygamberin dünyaya gelme ihtimali var dese, onu yalanlamakta gecikmenin yanlış
olduğunu anlatmak isteyen birini ister istemez icma’ya (ulemanın ortak görüşüne)
başvurması gerekecektir. Çünkü akıl, onun gerekçesizliği konusunda karar
veremez. Nakle gelince, böyle bir inanca sahip olan biri, “benden sonra herhangi
bir peygamber yoktur” ve “ben peygamberlerin sonuncusuyum” gibi ibareleri tevil
ve tahrif etmekten âciz olmayacaktır. O pekâlâ diyebilir ki: “Hatem-en
Nebiyyin” tabiri, sadece üstün kabiliyetli ve meziyetli peygamberlerin silsilesi
tamamlanmıştır, manasındadır. Ve eğer Nebiyyin kelimesinin umumi olduğu
söylenirse, böyle biri için bunu hususî yapmak hiç de zor değildir. “Ben’den
sonra nebi yoktur” deyimine gelince denilebilir ki burada rasûl kelimesi
kullanılmamıştır. Yani kendisine göre nebi ile rasûl arasında fark vardır ve
nebi, resûlden üstündür. Velhâsıl, bu hususla pek çok boş lâflar söylenebilir.
Ve bizce, kelime oyunu öyle zor bir iş değildir. Hatta zahiri şeylerin
benzetilmesi konusunda her türlü imkân ve ihtimal göze alınmalıdır. Bu gibi
tevil ve tahriflerde bulunanın, “nassları inkâr ettiğini de söyleyemeyiz. Fakat
yine de bu çeşit iddialarda bulunana söyleyecek bir çift sözümüz vardır:
Ümmetimiz istisnasız ve ittifakla gerek “benden sonra nebi yoktur” deyiminden
gerekse Hz. Peygamber’in söz ve hareketlerinden, Hz. Muhammed’den sonra herhangi
bir peygamberin gelmeyeceğini anlamıştır. Ayrıca, ümmetimiz, bu mevzuda hiçbir
tevil ve açıklamaya gerek olmadığı kanısına da varmıştır. Böyle bir durumda, bu
kelime ve deyimleri başka başka anlamlara çekmek isteyen biri elbette icmaya
ters düşmektedir” (İktisad fil-İtikâd, Mısır baskısı, s. 114).
6. Muhy-üs Sünne Beğavi (510 H.’de ölmüştür), “Me’âlim’üt
Tenzil” adlı eserinde şöyle demektedir: “Allah, Hz. Muhammed (a.s.) vasıtasıyla
peygamberliğe son verdi. Bu sebeple, kendisi peygamberliği sona
erdirendir… İbn Abbas diyor ki, Allah Teâlâ bu ayette kararını vermiştir,
yani Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’den sonra başka bir peygamber olmayacaktır”
(Cilt: 111, s. 158).
7. Allâme Zemahşerî (467 H. – 538 H.) “Tefsir-i Keşşafla diyor
ki, “siz diyeceksiniz ki, Hz. Îsa (a.s.) son peygamber nasıl olabilir? Ben
derim ki, Hz. Muhammed, kendisinden sonra herhangi bir peygamber olmayacağı
açısından son peygamberdir. Hz. Îsa ise Hz. Muhammed’den önce peygamberlik
rütbesinde bulunuyordu ve dünyanın sonuna doğru tekrar dünyaya geldiği zaman
Muhammed (a.s.)’in şeriatına bağlı olacak ve onun gösterdiği kıbleye doğru namaz
kılacaktır. Yani Hz. Muhammed’in ümmetinin bir ferdi olarak tekrar dünyaya
gelecektir” (Cilt: II, s. 215).
8.Kâdı İyâz (vefatı: 544 H.) şöyle diyor: “Kendisini peygamber
ilân eden, peygamberliğin herkes tarafından elde edilebileceğine inanan, dürüst
karakter ve temiz bir kalple peygamberlik payesine yükselebileceğini düşünen
filozof ve sofular ve aynı şekilde, kendisinin resmen peygamber olduğunu
söylemeyen, ancak kendisine vahiy geldiğini iddia eden herkes kâfirdir ve
Hazreti Peygamber (a.s.)’i tekzip etmiştir. Zira, Hz. Peygamber kendisinin
peygamberlerin sonuncusu olduğunu ilân etmiştir. Kendisinden sonra herhangi bir
peygamberin gelmeyeceğini açıklamıştır. Hz. Muhammed (a.s.) ayrıca,
peygamberliği sona erdiğine ve bütün insanlara peygamber olarak gönderildiğine
dair Allah’tan haber getirmiştir. Bütün ümmet de açıklamanın zahiri anlamında
birleşmiş, bu hususta hiçbir tevil ve gizli anlam çıkarmaya imkân olmadığına
kanaat getirmiştir. Bu sebeple, gerek icma gerekse nakil açısından bu tür
grupların kâfir olduğu meydandadır” (Şifa, cilt: II, s. 270-271).
9. Allâme Şehristâni (vefatı: 548 H.) Meşhur eseri, “Kitab’ul
Milel ven-Nihal” de diyor ki: “Ve böylece, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’dan sonra
(Hz. Îsa’nın dışında) herhangi bir peygamberin geleceğini iddia edenin kâfir
olması konusunda iki kişi arasında bile bir görüş ayrılığı yoktur” (Cilt: III,
s. 249).
10. İmam Râzi (543 – 606 H.), Tefsir-i Kebir’de “Hâlem-en
Nebiyyin” âyetini açıklarken şöyle diyor: Buradaki metinde “ve Hatem en
Nebiyyin” sözcüğünün kullanılmasının manası şöyle açıklanabilir. Bir
peygamberden sonra başka bir peygamberin gelme ihtimali varsa, şeriatle ilgili
bazı konular eksik ve noksan bırakılabilir. Bu suretle, daha sonra gelen
peygamber önceki peygamberin eksikliklerini giderebilir. Fakat kendisinden
sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceğini pekiyi bilen bir peygamber
tabiatıyla ümmetine ziyâdesiyle şefkat ve ilgi gösterir ve onun hidayeti için
elinden geleni yapar. Çünkü böyle bir peygamber, kendisinden sonra, evlâdına
bakacak herhangi bir veli ve koruyucunun bulunmadığını idrak eden bir baba
gibidir.” (Cilt: VI, s. 581).
11. Allâme Beydâvi, (vefatı: 685 H.), “Envâr’ut Tenzîl” isimli
tefsirinde şunları yazmıştır: “Hz. Peygamber (a.s.) peygamberlerin
sonuncusudur. Kendisi, peygamberlik zincirini tamamlamıştır. Kendisi
peygamberlerin silsilesini bir mühür gibi kapatmıştır. Hz. Îsa (a.s.)’nın Hz.
Muhammed (a.s.)’den sonra gelmesiyle, peygamberliğin sona ermişliği
zedelenmez. Çünkü Hz. Îsa dünyaya tekrar geldiğinde Hz. Muhammed (a.s.)’in
dininde olacaktır” (Cilt: IV, s. 164).
12. Allâme Hâfızüddin En-Nesefî (vefatı: 710 H.) “Derârik’ün
Tenzil” adlı eserinde diyor ki: “Ve Hz. Peygamber (a.s.) Hatem’en
Nebiyyin’dir… Yani, peygamberlerin sonuncusu. Kendisinden sonra başka kimse
nebi olamayacaktır. Hz. Îsa’ya gelince, kendisi Hz. Muhammed (a.s.)’den önce
peygamberlik payesine yükselenlerdendir. Ve dünyaya tekrar geldiği zaman, Hz.
Muhammed (a.s.)’in şeriatına tabi olacaktır. Öyle ki, Hz. Muhammed (a.s)’in
ümmetinin bir ferdi gibi olacaktır” (s. 471).
13. Allâme Alâuddin Bağdâdî (vefalı: 275 H.), “Hazin” isimli
tefsirinde şöyle diyor: “Yani Allahu Teâlâ peygamberliğe Hz. Muhammed (a.s.)
ile birlikte son vermiştir. Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra ne peygamberlik vardır
ne de peygamberliğinde herhangi bir ortak. Ve Allah, Hz. Muhammed (a.s.)’den
sonra herhangi bir nebi veya peygamberin gelmeyeceğini pekâla bilmektedir” (s.
71-72).
14. Allâme İbn Kesir (vefatı: 774 H.) hayli meşhur olan,
Kur’ân-ı Kerim’in tefsirinde şöyle diyor: “Onun için, bu âyet, Rasûl-i Ekrem
(a.s.)’den sonra herhangi bir nebinin gelmeyeceği konusunda açık nasstır. Ve Hz.
Muhammed (a.s.)’den sonra herhangi bir nebi yoksa, üstün dereceli bir rasûl da
olmayacaktır. Zira, resûllük hususi ve nübüvvet umumi bir mevkidir. Her resûl
nebidir, ama her nebi rasûl değildir. Hz. Peygamber (a.s.)’den sonra bu mevki ve
makam üzerinde hak iddia eden herkes ne kadar hokkabazlık ve sihirbazlık
yaparsa yapsın» yalancı, sahtekâr, deccal, sapık ve başkalarını doğru yoldan
saptırandır. Aynı durum, kıyamete kadar peygamberlik iddiasında bulunan herkes
için geçerlidir” (Cilt: III, s. 493-494).
15. Allâme Celaluddin Suyûtî (vefatı: 911 H.), “Tefsir-i
Celâleyn”de şöyle diyor: “Allah, Hz. Muhammed (a.s.)’dan sonra herhangi bir
peygamberin gelmeyeceğini biliyor. Hz. Îsa ise dünyaya tekrar geldiğinde, Hz.
Muhammed (a.s.)’in şeriatına bağlı olacaktır” (s. 768).
16. Allâme İbn-i Necim (vefatı: 970 H.) fıkıh usulleriyle ilgili
tanınmış eseri, “el-Eşbâh ven-Nezâir”in siyer bölümü, Riddeh faslında şöyle
diyor: “Hazreti Muhammed (a.s.)’i son peygamber olarak kabul etmeyen kişi
Müslüman değildir. Zira, bu husus, bilinmesi ve kabul edilmesi gereken dinî
vecibelerden biridir” (s. 179).
17. Molla Aliyy’ul Kâri (vefatı: 1016 H.) “Şerh-i Fıkh-ı
Ekber”de şunları yazıyor: “İcmaya göre, Peygamber Efendimiz (a.s.)’den sonra
bir veya birden fazla kişinin peygamberlik iddiasında bulunmaları küfürdür” (s.
202).
18. Şeyh İsmail Hakkı (vefatı: 1137 H.), “Tefsir-i Ruh’ul Beyân”
da nübüvvetin sona ermesiyle ilgili âyeti şöyle tefsir ediyor: “Asım, “hatim”
kelimesinin “t” harfini zeber işaretiyle yazmıştır. Buna göre “Hatem”, mühür
basmakla kullanılan âlet anlamına gelmektedir. Aynı şekilde, damgalamak veya
basmak için kullanılan alete “tabiî” denilir. Demek isteniyor ki, Hz. Muhammed
(a.s.) peygamberlerin sonuncusuydu. Yani kendisi peygamberlerin silsilesini
mühürlemiştir, sona erdirmiştir. Farsça’da buna “peygamberlerin mührü”
denilebilir, yani Hz. Muhammed (a.s.) vasıtasıyla peygamberliğin kapısı
mühürlenmiştir ve bundan sonra peygamberler gelmeyecektir. Bazı kâriler
“hatim”in “t” harfini kesra veya zir ile okumuşlardır. Yani Hz. Muhammed
(a.s.), mühürleyen ve damgalayandı. Farsça’da buna, “peygamberlerin mühürdarı”
denilebilir. Böylece, bu kelime de “son veren” veya “sona erdiren”
anlamındadır… Bundan sonra, Hz. Muhammed (a.s.)’in ümmetinin büyükleri ve
uleması ancak velâyet alabilirler, çünkü peygamberliğin mirası, Hz. Muhammed
(a.s.)’in son peygamber oluşu nedeniyle, ortadan kalkmıştır. Hz. Îsa (a.s.)’nın
ise tekrar dünyaya gelmesi, Hz. Muhammed (a.s.)’in “Hatem-en Nebiyyin” sıfatına
gölge düşürmez, çünkü bu kelimelerin anlamı, Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra
herhangi bir nebi veya peygamberin gelmemesidir. Halbuki, Hz. Îsa zâten daha
önce peygamberlik sıfatını kazanmıştı. Ayrıca, dünyaya yeniden gelince Şeriat-ı
Muhammedi’ye tabi olacaktır. Hz. Muhammed (a.s.)’in kıblesine doğru namaz
kılacaktır ve ümmetinin bir ferdi gibi olacaktır. Ona ne vahiy gelecektir, ne de
kendisi yeni emir ve telkinlerde bulunacaktır. Aksine, Hazreti Peygamber
(a.s.)’in halifesi olacaktır… Ve ehli sünnet, Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra
herhangi bir peygamberin gelmeyeceği üzerine ittifak etmiştir, çünkü Allah,
kendisinin rasûl ve peygamberlerin sonuncusu olduğunu açıkça ifade buyurmuştur.
Hazreti Muhammed (a.s.)’de “benden sonra bir nebi yoktur” demiştir. Şimdi bundan
sonra biri kalkıp, Hz. Resul-ü Ekrem (a.s.)’den sonra da peygamberlerin
gelebileceğini söylerse, kâfirdir. Zira o nassı inkâr etmiştir. Aynı şekilde, bu
hususta kuşkusunu belirten kişi de kâfirdir, çünkü böyle bir durumda hak ile
batıl bir araya getirilmeye çalışılıyor. Hz. Muhammed (a.s.)’dan sonra
kendisinin peygamber olduğunu iddia eden şahsın iddiası da batıl ve asılsız,
bir iddiadır” (c. 22, s. 188).
19. On ikinci Hicri yüzyılında Timur oğulları hükümdarlarından,
Evrengzib Alemgir’in emriyle, Hindistan’ın ileri gelen bütün alim ve fakihleri
tarafından hazırlanan dev eser, “Fetava-ı Alemgirî’de bu hususta şöyle
deniliyor: “Hz. Muhammed (a.s.)’in Allah’ın son peygamberi olduğunu kabul
etmeyen biri müslüman değildir. Ve eğer biri “ben Allah’ın resûlüyüm” veya
“Allah’ın peygamberiyim” dese, tekfir edilmelidir. (Yani kâfir olduğuna dair
fetva verilmelidir) (Cilt: II, s. 263).
20. Allâme Şevkânî (vefalı: 1255 H.), “Tefsir-i Fethu’l-Kadir”
isimli eserinde diyor ki: “Cumhur, Hatim kelimesinin “t”sini zirle, Asım da
zeberle okumuştur. İlk okunuşun anlamı, ‘Hz. Muhammed (a.s.), peygamberlerin
silsilesine son verdi’dir, yani Hz. Muhammed (a.s.) en son gelen peygamberdir.
İkinci okunuşun anlamı, ‘Hz. Muhammed (a.s.), peygamberlerin mührü’dür. Yani,
Hz. Muhammed bir mühür gibi peygamberlerin silsilesini mühürlemiştir. (Cilt: IV,
s. 275).
21. Allâme Alûsî (vefatı: 120 H.), “Tefsir’i Ruh’ul Meânî”de
şöyle diyor: “Nebi kelimesi, rasûl kelimesine oranla daha yaygındır. O halde,
Rasûlullah (a.s.)’ın ‘Hatem-en Nebiyyin’ olması bakımından ‘Hatem el-Mürselin’
yani rasullerin sonuncusu alması da lazım geliyor. Hz. Muhammed (a.s.)’in nebi
veya rasûllerin sonuncusu olması, kendisinden sonra ister cinler ister
insanlardan olsun, hiçbirinin nebilik, resûllük veya peygamberlik sıfatına
sahip olamayacağı demektir” (Cilt: 22, s. 32). “Rasûlullah’tan sonra vahiy veya
peygamberlik iddiasında bulunan herkes kâfir olmaya mahkumdur. Bu hususla
Müslümanlar arasında hiçbir ihtilaf yoktur” (Cilt: 22, s. 38).
“Rasûlullah’ın,peygamberlerin sonuncusu olması hususu, Kur’ân-ı Kerim’de önemle
ve açık seçik şekilde belirtilmiştir. Sünnet’e göre de bu nokta açıkça
yorumlanmıştır. Ümmet kendi ortak görüşünü ve tavrını bariz bir şekilde ortaya
koymuştur. Sonuç olarak, bu genel inanç ve kurala ters düşen biri kâfir ilân
edilecektir” (Cilt: 22, s. 39).
Hindistan’dan Fas’a, Endülüs’ten Türkiye’ye ve Yemen’e kadar her
müslüman ülkenin belli başlı bütün ulema, fukaha, muhaddis ve müfessirleri
Rasûl-ü Ekrem’in son peygamber oluşunu sözbirliği etmişçesine kabul etmiş,
böylesine kuvvetle desteklemişlerdir. Gördüğünüz gibi, biz bu büyük âlim, fakih
ve müfessirlerin görüşlerini naklederken doğum ve ölüm yıllarını da vermeyi
ihmal etmedik. Bu suretle, bir bakışla, İslam’ın doğuşundan, yani Hicret’in ilk
asrından başlayarak Hicrî on üçüncü yüzyıla kadar her devrin âlimlerinin ne
düşündüklerini, ne söylediklerini görebilirsiniz. Biz burada, Hicrî on dördüncü
yüzyılın büyük âlimlerinin görüşlerine de yer verebilirdik, ama bunu özellikle
yapmadık. Çünkü, bu âlimlerin tefsirine karşı çıkan biri, kendilerinin kasıtlı
olarak böyle söylediklerini iddia edebilir. Hz. Peygamber’in son peygamber
oluşuna karşı olanlar bu tür tefsir ve açıklamalarda kasıt arayabilirler ve
diyebilirler ki, bu alimler sadece Mirza Gulam Ahmed ve taraftarlarına kin
besledikleri için “Ha-tem-en Nebiyyin” deyimine bambaşka bir yorum
getirmişlerdir. Onun için, burada sözleri nakledilenlerin, çağımızın alim ve
fakihleri olmamasına özen gösterdik. Yukarıdaki sözler ve alınlılar gösteriyor
ki, bütün İslâm dünyası ve İslâm ümmeti Hicri ilk yüzyıldan günümüze kadar,
“Ha-tem-en Nebiyyin” deyimini, “peygamberlerin sonuncusu olarak kabul etmiştir.
Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra peygamberlik kapısının her zaman için kapandığı
fikri, bütün Müslümanların müşterek akidesi olmuştur ve bu konuda aralarında
herhangi bir anlaşmazlık olmamıştır. Müslümanlar ayrıca, Hz. Muhammed (a.s.)’den
sonra kendisini nebi veya rasûl ilân eden ve ona inanan herkesin İslâm dininden
çıktığı konusunda da görüş birliğine varmışlardır.
“Hâtem-en Nebiyyin” deyiminin, sözlük ve dil kurallarına,
Kur’ân-ı Kerim’in siyak ve sibak’ına, Hz. Muhammed (a.s.)’in hadis ve
açıklamalarına, sahabeyi kiramın icmaına ve ilk çağdan günümüze kadar bütün
Müslümanların ortak görüşüne göre belli olan anlam ve kavramına ters düşen bir
anlamı kabul etmemek, bir sahtekâr için peygamberlik kapısını açmamak işi artık
akıl ve mantık sahibi Müslümanlara düşüyor. Şimdi, peygamberlik kapısının
açılabileceğini söylemekle yetinmeyip bu kapıdan içeriye giren ve peygamberlik
tahtına oturanın, hatta kendisine iman edenlerin müslüman olduğunu söyleyebilir
misiniz?
Her şeyden önce, peygamberliğin çok önemli ve nazik bir mesele
olduğu bilinmelidir. Kur’ân-ı Kerim açısından, peygamberliğe iman,
İslâmiyet’in temel inançlarından biridir. Peygamberlikle ilgili inanç bir
kişiyi müslüman veya kâfir yapabilir. Bir peygambere inanmayan kişi kâfirdir.
Bunun tam tersine, aslında nebi olmayan birine nebi diye sarılan da kâfirdir. Bu
kadar nazik bir mesele hakkında Allahu Teâlâ’nın hâşâ düşüncesizce davrandığını
söylemek abestir. Eğer gerçeklen Hazreti Peygamber Efendimiz (a.s.)’den sonra
bir peygamber dünyaya gelecek olsaydı, Allah (cc.) bu mevzuyu açıkça Kur’ân-ı
Kerim’de belirtirdi. Yalnız bu değil, Hz. Muhammed (a.s.) vasıtasıyla bunu
açıkça ilân ettirirdi. Hz. Muhammed (a.s.) da kendisinden sonra peygamberlerin
gelebileceğini belirtip ümmetinden bunlara itaat etmelerine dair söz almadan bu
dünyayı terk etmezdi. Allah ve Hz. Peygamber’in, din ve imanımıza karşı hâşâ
düşmanlıkları mı vardı ki; Hz. Peygamber’den sonra peygamberlik kapısı açık
olacak, nebiler gelecek ve Müslümanların imanları buna bağlı olacaktı da bizleri
hiç uyarmadılar ve böylesine önemli konudan bizleri haberdar etmediler? Fakat
bunun tam aksine, Allah ve O’nun Rasûlü (a.s.) 13 yüzyıl bütün Müslümanların
inandığı ve kabul ettiği gibi, Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra herhangi bir
nebinin gelmeyeceğini açıkça belirttiler.
Şimdi farz edelim ki, peygamberlik kapısı gerçekten açıktır ve
bir peygamber de dünyaya gelmiş olabilir veya ilerde gelecektir. Böyle bir şey
olsa dahi -ki yoktur- söz konusu peygamberi reddetmekte haklı olacağız. Tek
korkumuz, Allah’ın bizi sorguya çekmesi olacaktır. Ama mahşerde hesap vermemiz
istendiğinde kendimizi savunmak için bütün belgelerimizi ortaya koyacağız. Bu
belgelerden, yeni bir peygamberi inkâr etmemizin sebebinin Allah’ın Kitabı ile
Peygamber (a.s.)’in sünneti olduğu kendiliğinden sabit olacaktır. Bu vesika ve
delilleri gördükten sonra, Allah bizi, bir peygambere itaat etmediğimizden
dolayı cezalandıracak diye bir korkumuz yoktur. Fakat, peygamberlik kapısı
gerçekten kapalıysa, herhangi bir peygamber gelmeyecekse ve buna rağmen bir
müslüman, peygamberliğini ilân eden birine inanıyorsa, bu küfrünün cezasından
kurtulmak için Allah’ın mahkemesine ne gibi vesika ve deliller sunabileceğini
kara kara düşünmelidir. Daha doğrusu, Allah’ın mahkemesine çıkmadan önce kendi
savunması için kullanacağı malzemeyi bizim sunduğumuz malzeme ile
karşılaştırmalı ve akıllı bir insanın böyle bir malzemeye dayanarak küfür
tehlikesini göze almasının uygun olup olmadığına karar vermelidir.
5.2.6. Yeni Bir
Peygambere Gerek Var mıdır?
Dikkat edilmesi gereken ikinci nokta, peygamberliğin, ibadet ve
amel-i salih ile elde edilebilecek bir sıfat ve makam olmayışıdır. Ayrıca,
hizmete karşı verilen bir ödül de değildir. Aksine, peygamberlik, Allah’ın
gerekli gördüğü şart ve zamanlarda bir kişiye verdiği paye ve vazifedir. Yani
şartlar gerektiriyorsa bir nebi veya peygamber gönderilir, gerektirmiyorsa
gönderilmez. Peygamberler sudan sebeplerle dünyaya gönderilmezler.
Kur’ân-ı Kerim’e baktığımızda, peygamberlerin ancak dört değişik
durumda dünyaya gönderildiğine tanık oluyoruz.
Birincisi: Daha ünce kendilerine herhangi bir peygamberin
gelmediği, ancak başka milletlere gelen peygamberin mesajının kendilerine
ulaştırılması gereken milletlere yeni peygamber gönderilir.
İkincisi: Geçmişte gelen bir peygamberin talimatı unutulmuş,
tahrif edilmiş ya da onun gösterdiği yolun takip edilmesi mümkün olmuyor ise,
yeni bir peygamber gelir.
Üçüncüsü: Geçmişteki peygamberlerin vaaz, telkin ve talimatı
eksik kaldığı, ümmetleri yeteri kadar hidayet bulamadığı takdirde din’.n
tamamlanması için yeni peygamberler gönderilir.
Dördüncüsü: Bir peygambere yardımcı olmak üzere başka bir
peygamber gönderilir.
Yukarıdaki durumları tek tek gözünüzden geçiriniz. Göreceksiniz
Hazreti Muhammed (a.s.)’den sonra başka bir peygamberin dünyaya gelmesi için
herhangi bir ihtiyaç kalmamıştır.
Bizzat Kur’ân-ı Kerim’de buyurulduğu gibi, Rasûl-ü Ekrem (a.s.)
bütün dünyanın hidayeti için dünyaya gönderilmiştir. Dünya tarihini
incelediğimizde, Hz. Muhammed (a.s.)’in doğuşundan bu yana mesajının bütün
insanlara ulaşabilmesi için şartların her devirde müsait olduğunu görürüz. Bu
durumda, ayrı ayrı milletlere, ayrı ayrı zamanlarda peygamberlerin
gönderilmesine ne gerek vardır?
Hem Kur’an-ı Kerim, hem hadis ve siretin tamamı Hz. Peygamber
(a.s.)’in getirdiği talimatın olduğu gibi muhafaza edildiğini göstermeye yeter.
Kur’an-ı Kerim’in tek bir kelimesi, tek bir harfi değiştirilmemiştir. Ve bu
ilâhî kitap kıyamete kadar böyle kalacaktır. Hazreti Peygamber (a.s.)’in söz ve
hareketleri en küçük ayrıntılarına kadar hadislerde ve diğer eserlerde
korunmuştur. Bunları gördükçe ve okudukça, Peygamber Efendimiz (a.s.)’i sanki
gözümüzle görmüş oluruz. O halde, yeni bir peygamberin gelmesi için gerekli
olan ikinci şart da ortada yoktur.
Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. Muhammed (a.s.) vasıtasıyla İslâm dininin
tamamlandığı ve mükemmelleştiği beyan edilmiştir. Öyleyse, dinin tamamlanması
için de herhangi bir peygambere ihtiyaç yoktur.
Gelelim dördüncü duruma. Zaten Hz. Muhammed (a.s.)’in yardımcı
bir peygambere ihtiyacı olsaydı, kendisine o zaman gönderilirdi. O’na yardımcı
bir peygamber gönderilmediği için dördüncü sebep de kendiliğinden ortadan
kalkmış oluyor.
Şimdi bizim işimiz bir peygamberin bulun dünyaya gönderilmesi
için beşinci bir sebebin olup olmadığını araştırmaktır. Eğer biri diyorsa ki
müslüman ümmet yozlaşmıştır ve ıslahı için de bir peygambere ihtiyaç vardır; o
zaman ben derim ki; sadece bir milletin ıslahı için peygamberlerin gönderildiği
vaki olmamıştır. Tarihin hiçbir döneminde sırf bir millet ıslah olsun diye bir
peygamber gönderilmemiştir. Peygamber, Allah’ın belli bir vazifesini yapmak
üzere dünyaya gönderilir. Peygambere vahiyler gelir ve bu vahiylerle, Allah
tarafından yeni bir mesaj gelir ya da, geçmişteki dinde herhangi bir noksanlık
varsa o noksanlık giderilir. Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Rasûlullah (a.s.)’ın
aynen muhafaza edilmesinden ve din-i İslâm’ın mükemmelleşmesinden sonra herhangi
bir vahye gerek kalmamıştır. Bu durumda, sadece ümmetin ıslahı için
peygamberlerin dünyaya gönderilmesine ne gerek vardır? Bu işi din adamları,
âlimler ve ıslahatçılar pekâlâ yapabilirler.
Dikkat edilmesi gereken üçüncü husus, bir peygamberin gelmesiyle
bir ümmette küfür ile iman arasında amansız bir mücadelenin başlamış olmasıdır.
Peygamberi tanıyan ve O’na iman edenler bir grup oluştururken, O’nun aleyhinde
olanlar bir başka cephe meydana getirirler. Bu cepheleşme ve kutuplaşma öyle
hafife alınacak cinsten olmayacaktır. Zira kendi fikir ve inançlarında ısrar
edenler birbirini ortadan kaldırmak amacıyla kıyasıya mücadeleye
girişeceklerdir. Ayrıca bu iki grubun hayat çizgisi ve yasaları da birbirinden
farklı olacaktır. Bir yandan bir grup iman ettiği peygamberin getirdiği vahiy,
talimat ve sünnetten ilham alırken, öbür yandan diğer grup bütün bu talimat ve
kanun kaynaklarına karşı olacaktır. Netice itibarıyla, bu iki grubun tek bir
millet veya ümmet olarak yaşaması hayal olacaktır.
Bu gerçekleri göz önünde bulunduran bir kişi, peygamberliğin
sona ermesinin, İslâm ümmeti için büyük bir nimet ve rahmet olduğunu derhal fark
edecektir. Bu hikmetli ve faydalı ilke ve kavram sayesinde Müslümanların
uluslararası ve kalıcı bir topluluk haline gelmeleri temin edilmiştir. Bu fikir
ve inanç, aralarında derin ve kapanmayacak yaraların açılmasını önlemiştir. Bu
sebeple, Hz. Muhammed (a.s.)’i peygamber ve yol gösterici olarak kabul eden,
O’nun getirdiği Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet’ten başka hidayet yollarını aramayan
herkes evrensel bir kardeşliğin bireyidir. Şayet peygamberliğin kapısı açılmış
olsaydı, böyle bir kardeşlik ve eşitliği tasavvur etmek bile mümkün
olmayacaktı, çünkü her peygamberin gelişiyle ümmetin birliği ve beraberliği
paramparça olacaktı.
5.3. VADEDİLEN MESİH HAKKINDAKİ
HADİSLER
Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra peygamberlik iddiasında bulunanlar
ve bu sahte peygamberlerin taraftarları, saf ve masum Müslümanları kandırmak
için hadis-i şeriflerde “Vaadedilen Mesih’den bahsedildiğini, Mesih’in bir
peygamber olduğunu ve kendisinin dünyaya gelmesiyle peygamberlik müessesesine
herhangi bir zarar gelmeyeceği gibi, başka peygamberlerin de dünyaya gelmesinin
gayet tabii bir hadise olduğunu iddia ederler.
Bu kişi ve çevreler ayrıca, “Mesih-i Mevûd” (Vaadedilen
Mesih)’dan Meryem oğlu Hz. Îsa (a.s.)’nın kastedilmediğini de öne sürerler.
Onlara göre, Mesih çoktan ölmüştür ve hadislerde müjdelenen Mesih aslında
“Mesil-i Mesih” yani Hz. Îsa’ya benzeyen bir Mesih’tir. Onlara göre bu sözde
“Mesih” filanca şahıs olup zâten dünyayı kendi varlığıyla “şereflendirmiştir”
(!) ve kendisine iman etmek, peygamberliğin son bulması fikrine aykırı bir
davranış değildir.
Bu yalan perdesini aralamak için biz konuyla ilgili bütün
muteber hadisleri aşağıda belirtmeyi uygun bulduk. Bu hadisleri okuyan herkes,
Hazreti Peygamber Efendimiz (a.s.)’in nübüvvetin sonuçlanması konusunda ne
dediğini ve kötü niyetli insanların bunlardan ne anlamlar çıkarmaya
çalıştıklarını kolayca anlayabilecektir[6].
5.3.1. Meryem
Oğlu Hz.Îsa (a.s.)’nın Dünyaya Tekrar Gelmesine Dair Hadisler
1. Hz. Ebû Hüreyre rivayet ediyor: Rasûlullah bir defasında
buyurdular: “Elinde canım olan Zât’a yemin ederim, Meryem oğlu mutlaka adil bir
hükümdar olarak size gelecektir. O zaman o haç’ı kıracak ve domuzu öldürecektir[7].
Savaşa son verecektir” (Başka bir rivayette harp yerine cizye kelimesi
kullanılmıştır, yani cizyeyi kaldıracaktır[8].
Ve mallar öylesine bollaşacak ki, bunları kabul eden bulunmayacaktır. Ve öyle
bir duruma gelinecek ki, insanların Allah’a bir secde etmeleri, kendilerine her
şeyi unutturacaktır). (Sahih-i Buhari, Kitab-ü Ehâdis-il Enbiya, bölüm: Îsa İbn
Meryem’in inişi; Müslim, Hz. Îsa’nın dünyaya gelişiyle ilgili bölüm; Tirmizî,
Fiten bölümü, Hz. Îsa’nın gelişiyle ilgili kısım; Müsned-i Ahmed, rivayet eden:
Ebu Hureyre).
2. Ebû Hureyre’nin bir başka rivâyeti şöyledir: “Îsa İbn-i
Meryem dünyaya gelmedikçe kıyamet olmayacaktır”. Bu cümleden sonra yukarıdaki
hadis geçiyor. (Sahih-i Buhari; Kitab’ul Mezâlim, Kesr’us Salib bölümü, İbn
Mâce, Kitab’ul Fiten, Deccâl fitnesi bölümü).
3. Hz. Ebû Hureyre rivayet ediyor ki, Hz. Muhammed (a.s.) şöyle
buyurdular: “Aranıza Meryem oğlu (Îsa) gelince siz nasıl olacaksınız? Ve
imamlarınız o zaman sizlerden olacaktır”[9].
(Sahih-i Buhari, Kitap: Peygamberlerin hadisleri, Îsa’nın inişi bölüm; Müslim).
4. Hz. Ebû Hureyre’nin rivâyetine göre, Rasûlullah (a.s.) bir
defasında şöyle buyurdular: “Îsa İbn-i Meryem dünyaya gelecek, domuzu öldürecek,
haçı yok edecektir. Ve O’nun için namazlar toplanacak ve O, o kadar mal ve mülk
dağıtacak ki, onları alacak kimse ortaya çıkmayacaktır. Ve O haracı durduracak
ve Ruha[10]
mevkiinde konaklayıp hac ve umre edâ edecektir, ya da ikisini birleştirecektir”[11]
Rivayet edenin bu hususta biraz şüphesi vardır. (Müsned-i Ahmed, Ebu Hureyre’nin
rivayetleri, Müslim, Kitab’ul Hac ve Kur’ân ile ilgili bölüm).
5. Hz. Ebû Hureyre rivayet ediyor: (Deccâl’ın ortaya çıkışından
bahsettikten sonra Rasûlullah buyurdular): “Müslümanlar onunla (Deccâl)
savaşmaya hazırlanırken, saflar düzenlerken ve namaz için tekbir getirirken,
Meryem oğlu Îsa dünyaya gelecektir. Ve namazda kendilerine imamet edecektir. Ve
Allah’ın düşmanı, (Deccâl) O’nu görür görmez, tuzun suda eridiği gibi
eriyecektir. Eğer Îsa (a.s.) Onu kendi haline bıraksa, eriyip gidecektir. Ama,
Allah onu Hz. Îsa’ya öldürtecektir ve Îsa onun kanma buladığı mızrağını
Müslümanlara gösterecektir. (Mişkat, Kitab’ul Fiten, Bölüm: el-Melâhim,
Müslim’e atfen).
6. Hz. Ebu Hüreyre, rivayet ediyor, Rasûlullah şöyle buyurdular:
“Ben’imle O’nun (Hz. Îsa) arasında herhangi bir nebi yoktur. Ve kendisi dünyaya
gelecektir. Öyleyse, O’nu gördüğünüz zaman tanıyacaksınız. O orta boylu, pembe
tenli, sarı renkli elbise giymiş olacaktır. Başındaki saçlar sanki onlardan su
damlayacakmışçasına ıslak gibi olacaktır, halbuki onlar ıslak değildirler.
İslâmiyet için başkalarıyla savaşacak, haçı parçalayacak, domuzu öldürecek ve
cizyeyi ortadan kaldıracaktır. Ve Allah . O’nun zamanında, İslâmiyet’ten başka
bütün din ve mezhepleri ortadan kaldıracaktır. Ve O Mesih, Deccâl’i
öldürecektir. Dünyada 40 yıl kalacak ve sonra vefat edecektir ve Müslümanlar
O’nun cenaze namazını kılacaklardır. (Ebu Davud, Kitab’ul Melâhim, Deccâl’in
çıkışıyla ilgili bölüm, Müsned-i Ahmed, rivayet eden: Ebu Hureyre).
7. Hz. Câbir bin Abdullah diyor ki, ben Rasûlullah (a.s .)’tan
duydum ki: “… Meryem oğlu Îsa dünyaya gelecektir. Müslümanların imamı O’na
diyecektir ki, buyurun namazı siz kıldırın, fakat O cevap verecek, hayır siz
birbirinizin imamısınız. Hz. Îsa, bunları, Allah’ın bu ümmete verdiği şan-ü
şerefi bilerek söyleyecektir” (Müslim Meryem oğlu Îsa’nın inişiyle ilgili bölüm,
Müsned-i Ahmed, Câbir bin Abdullah’ın rivayetleri).
8. Câbir bin Abdullah (İbn-i Sayyâd olayıyla ilgili olarak)
rivayet ediyor ki, Ömer bin Hattab bir defasında dedi ki, Ya Rasûlullah, bana
izin verin, ben onun kafasını uçurayım. Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.)
buyurdular, “eğer bu şahıs, (Deccal) bahsettiğimiz insansa, onu siz değil Îsa
İbn-i Meryem öldürecektir. Ve eğer bu o şahıs değilse, o zaman siz taahhütlü
kişilerden (zımmiler) birini öldürme hakkına sahip değilsiniz” (Mişkat, Bâb’ul
Fiten, İbn-i Sayyâd hikâyesi, Şerh-i Es-Sünne-i Beğavi’ye atfen).
9. Câbir bin Abdullah rivayet ediyor ki, Hz. Rasûl-i Ekrem
(a.s.) dedi ki, (Deccâl’in hikâyesini anlatırken) “O zaman Meryem oğlu Îsa
birden bire Müslümanlar arasına çıkacaktır. Sonra namaza kalkılacak ve O’na
denilecek ki, Ey Ruhullah, ileriye hareket ediniz’. Fakat O diyecek ki, ‘hayır
sizin imamınız önümüze gelsin ve namaz kıldırsın…’ Sabah namazını kıldıktan
sonra Müslümanlar Deccâl ile savaşmaya çıkacaklardır. Buyurdular ki, o kezzab
(Deccâl) Hz. Îsa’yı görünce tuzun suda eridiği gibi eriyecektir. Daha sonra
(Îsa) onun yanına yaklaşacak ve onu öldürecektir. Ve öyle bir vaziyet meydana
gelecektir ki, ağaçlar ve taşlar sesleneceklerdir. ‘Ey Ruhullah, bu Yahudi
arkamıza saklanmıştır’. Deccâl’in taraftarlarından hiçbiri sağ kalmayacaktır.
Hz. Îsa bunlardan hepsini kılıçtan geçirecektir”. (Müsned-i Ahmed, Cabir bin
Abdullah’ın rivayetleriyle ilgili bölüm).
10. Hz. Nevvâs bin Sem’an Kılabi (Deccâl’in hikâyesini
anlatırken) şöyle der: Bu arada, Deccâl bunları yaparken, Allah, Meryem oğlu
Îsa’yı gönderecektir ve O Suriye’nin doğu kesiminde, beyaz minarenin yanında,
sarı renkli iki elbise giymiş vaziyette iki meleğin kanatları üzerinde dünyaya
inecektir. O başını aşağıya eğdiği zaman sanki saçlarından su akıyor gibi
olacaktır. Başını kaldırdığı zaman da inci gibi damlalar düşecektir. Nefesinin
havası ulaştığı ve gözlerinin gördüğü yere kadar bütün kâfirler ölecektir. Daha
sonra Meryem oğlu, Deccâl’in peşine düşecek ve Lod[12]
kapısında ona yetişip onu kat edecektir”. (Sahih-i Müslim, Deccâl ile ilgili
bölüm; Ebû Davûd, Kitab’ul Melâhim, Deccâl’ın çıkışı bölümü; Tirmizî, Fiten
bölümleri, Deccâl kısmı; İbn Mâce, Kitab’ul Fiten, Deccal bölümü).
11. Abdullah bin Amr bin As diyor ki, Rasûlullah (a.s.) şöyle
buyurdular: “Deccâl, ümmetimden çıkacaktır ve 40 (gün mü, ay mı, yıl mı)[13]
dünyada kalacaktır. Daha sonra Allah, Meryem oğlunu gönderecektir. O’nun yüz
hatları, Urve bin Mes’ud (bir sahabe) gibi olacaktır. Deccâl’i takip edecek ve
öldürecektir. Duha sonra yedi yıl İnsanlar öylesine birbirine kaynaşmış olarak
yaşayacak ki, iki kişi arasında bile herhangi bir fikir ayrılığı olmayacaktır”
(Sahih-i Müslim, Deccâl ile ilgili bölüm).
12. Huzeyfe bin Esid el-Gifârî diyor ki, bir defasında
Rasûlullah (a.s.), toplandığımız yere geldiler. Biz o sırada aramızda
konuşuyorduk. Hz. Peygamber bizim ne konuştuğumuzu sordular. Dedik ki,
kıyametten bahsediyorduk. Buyurdular ki, “kıyamet, 10 tane işaret olmadan
gelmeyecektir. Sonra bu 10 işareti şöyle sıraladılar: 1) Duman, 2) Deccâl, 3)
Dâbbet’ul Arz[14],
4) Güneşin batıdan doğması, 5) Meryem oğlu Îsa’nın inişi, 6) Ye’cuc ve Me’cuc,
7) Üç büyük toprak kayması, biri Doğu’da 8) Diğeri Batı’da 9) Bir üçüncüsü de
Arap yarımadasında ve 10) Sonuncusu Yemen’de çıkacak ve insanları soluk soluğa
mahşere götürecek büyük yangın. (Sahih-i Müslim; Kitab-ul Fiten ve Eşrât-üs
Saat. Davûd; Kitab-ul Melâhim, Emârât-üs Saat bölümü).
13. Hz. Peygamber (a.s.)’in serbest bıraktığı (azat ettiği)
kölesi, Sevbân’ın rivâyetine göre, Hz. Muhammed (a.s.) buyurdular ki, “Onları
Allah cehennem ateşinden korumuştur. Birincisi, Hindistan’a yürümüş olan ordu,
ikincisi, Meryem oğlu Îsa’nın yanında olacak ordu.” (Nesâi, Kitab’ul- Cihâd,
Müsned-i Ahmed, Sevbân’ın rivayetleri).
14. Mucemmi’ bin Câriyet-i Ensari diyor ki, ben Hazreti
Peygamber Efendimiz (a.s.)’den duydum, Meryem oğlu (Îsa) Deccâl’i Lod kapısında
öldürecektir. (Müsned-i Ahmed, Tirmizî, Fiten ile ilgili bölümler).
15. Ebû Umâme Bahili (uzun bir hadiste) Deccâl’den bahsederken
rivâyet ediyor ki: “Müslümanların imamı sabah7 namazını kılmak üzere
tam ileriye çıktığı anda, Meryem oğlu Îsa onlara gelecektir. İmam geriye dönecek
ve Îsa’nın ileriye gitmesini (imamlık yapmasını) isteyecektir. Fakat Hz. Îsa
onun omuzlarına elini koyup, hayır namazı siz kıldırın, zira bu cemaat sizin
için namaza kalkmıştır’ diyecektir. Dolayısıyla, aynı İmam namaz kıldıracaktır.
Selâm verildikten sonra, Îsa (a.s.) diyecektir ki, kapıyı açınız. Kapı
açılacaktır. Orada Deccâl, 70 bin silahlı Yahudiyle karşılarına çıkacaktır.
Fakat Deccâl, Hz. Îsa’ya bakar bakmaz tuzun suda eridiği gibi eriyecektir ve
oradan kaçacaktır. Îsa ona diyecektir ki, Ben’de öyle bir darbe vardır ki sen
hiç kurtulamazsın. Sonra onu Lod’un doğu kapısında yakalayacak ve Allah
Yahudileri yenilgiye uğratacaktır… Ve yeryüzü Müslümanlarla tıpkı su dolu kap
gibi dolacaktır. Bütün dünyanın kelimesi (kelime-i şahadet) aynı olacaktır ve
Allah’tan başkasına ibadet edilmeyecektir” (İbn Mâce, Kitab’ul Fiten, Deccâl
fitnesi bölümü).
16. Osman bin Ebu’l-As diyor ki, ben Rasûlullah (a.s.)’dan
duydum, “Meryem oğlu Îsa sabah namazı sırasında dünyaya inecektir.
Müslümanların lideri O’na diyecektir ki, “Ey Ruhullah, namazı siz kıldırın”. O
cevap verecektir, ‘bu ümmetin insanları birbirinin reisidir’. Bunun üzerine
Müslümanların lideri ileriye çıkıp namaz kıldıracaktır. Namazı kıldıktan sonra,
Îsa muharebe etmek üzere Deccâla yürüyecektir. Deccâl kendisini görünce tunç
gibi eriyecektir. Îsa (a.s.) kendi silahıyla Deccâl’i öldürecek ve onun
taraftarları hezimete uğrayacak kaçacaklar fakat hiçbir yerde sığmak
bulamayacaklardır. Hatta ağaçlar sesleneceklerdir: “Ey mü’min, bu kâfir
buradadır” (Müsned-i Ahmed, Taberânî, Hâkim).
17. Semura bin Cündüb (uzun bir hadiste) Rasûlullah (a.s.)’ın
şöyle dediğini rivayet eder: “Sonra sabah vakti, Müslümanlara Meryem oğlu Îsa
gelecektir ve Allah, Deccâl ile ordusunu hezimete uğratacaktır. Ta ki duvarlar
ve ağaç kökleri haykıracaklardır, ‘Ey mü’min, bu kâfir arkamıza saklanmıştır.
Gel ve onu öldür’ (Müsned-i Ahmed, Hâkim).
18. Umran bin Husayn tarafından rivayet ediliyor ki, Rasûlullah
(a.s.) şöyle buyurmuşlardır: “Ümmetimden bir grup her zaman Hak’tan yana olup
muhaliflere galip gelecektir. Nihayet, Allah Teâlâ (cc.) kararını verecek ve
Meryem oğlu, Îsa (a.s.) dünyaya gelecektir” (Müsned-i Ahmed).
19. Hazreti Ayşe (r.a.) Deccâl ile ilgili şu rivayette
bulunuyor: “Sonra, Îsa aleyhisselam inecektir ve Deccâl’ı öldürecektir. Bundan
sonra, Îsa (a.s.) 40 yıl dünyada adil İmam ve adaletli hâkim olarak kalacaktır”
(Müsned-i Ahmed).
20. Rasûlullah (a.s.)’ın azâd ettiği kölesi, Süfyene (Deccâl
olayıyla ilgili olarak) rivâyet ediyor ki, “daha sonra Îsa (a.s.) inecektir ve
Allah Teâlâ, Deccâl’ı Afik[15]
tepesi yakınlarında öldürecektir” (Müsned-i Ahmed).
21. Hz. Huzeyfe bin Yemân (Deccâl’den bahsederken) diyor ki,
“sonra Müslümanlar namaza kalkınca gözlerinin önüne Meryem oğlu Îsa gelecektir
ve O Müslümanlara namaz kıldıracaktır. Selâm verildikten sonra, oradakilere
diyecek ki, benimle bu Allah’ın düşmanı arasından çekilin…. ve Allah,
Deccâl’in taraftarlarına Müslümanları musallat edecektir. Ve Müslümanlar onları
iyice dövecek ve hırpalayacaklardır. ta ki, ağaç ve kayalar haykıracaklar, ‘Ey
Abdullah, ey Abdurrahman, ey müslüman, bak işte bir Yahudi, vur ona’. Böylece
Allah onları mahvedecektir ve müslümanlar galip gelip, haç’ı parçalayacak,
domuzu öldürecek ve cizye’yi durduracaklardır.” (Müstedrek-i Hâkim, Sahih-i
Müslim’de de bu hadis özelle anlatılmıştır. Hâfız İbn Hacer ise “Fethul Bâri”de
cilt 6, s. 450’de bu hadisin doğru olduğunu beyan etmiştir).
Yukarıdaki 21 hadis, 14 sahabe tarafından doğru ve güvenilir
kaynaklara dayanılarak en geçerli ve en güvenilir Hadis kitaplarında
kaydedilmiştir. Gerçi bunların dışında da pek çok hadislerde Hz. Îsa (a.s.) ve
Deccâl’den bahsedilmiştir. Fakat konuyu dağıtmamak ve gereksizce uzatmamak için
yalnız bu hadisleri nakletmeyi uygun bulduk.
5.3.2. Bu
Hadisler Neyi İspatlıyor?
Bu hadisleri okuyan herkes herhangi bir “Vaadedilen Mesih”,
“Mesil-i Mesih” (Mesih Benzeri) veya “Bürûz-u Mesih’den ne açıkça, ne ima
yoluyla bahsedilmediğini görmüş olacaktır. Ayrıca, bu hadisler, çağımızda bir
kişinin bir kadının batınından ve bir erkeğin sperminden doğup, “Hz. Seyyidina
Muhammed Mustafa (a.s.)’nın geleceğini haber verdiği Mesih benim” diyerek ortaya
atılmasına da imkân bırakmamışlardır. Bu hadisler, açık sözler ve bariz
ifadelerle, bundan 2.000 yıl önce babasız, Meryem’in batınından doğan Îsa
(a.s.)’ın tekrar dünyaya geleceğini belirtmektedirler. Burada, Hz. Îsa’nın ölüp
ölmediğine dair tartışmaya girmek yersizdir. Çünkü eğer kendisi ölmüş olsa dahi
Allahu Teâlâ onu tekrar hayata getirmeye kadirdir[16].
Allah’ın kudreti için, kullarından birini binlerce yıl kâinatın herhangi bir
köşesinde yaşatıp istediği zaman dünyaya getirmesi hiç de zor değildir. Her ne
olursa olsun, hadisi tanıyan ve kabul eden biri için, dünyaya tekrar gelecek
şahsın Meryem oğlu Îsa olduğunu kabul etmekten başka bir çare yoktur. Ve eğer
biri hadisleri kabul etmiyorsa, bir şahsın gelmesini de beklememelidir. Bir
yandan hadislerden, gelecek biri hakkındaki kayıtlar ve bölümler alınırken diğer
yandan, gelecek kişinin Meryem oğlu Îsa değil, Mesil-i Mesih yani Îsa’nın
benzeri olacağını ileri sürmek düpedüz pişkinlik ve hatta küstahlıktır.
Söz konusu hadislerde dikkate değer ikinci husus, Hz. Îsa’nın
dünyaya tekrar gelişinde peygamberlik sıfatını taşımayacağıdır. Hz. Îsa
(a.s.)’ya ne vahiy gelecek, ne de kendisi Allah’tan herhangi bir mesaj ve
talimat getirecektir. Ne Hz. Muhammed (a.s.)’in şeriatına herhangi bir ilâve
yapacak, ne de İslâm dinini yeniden canlandıracak veya güçlendirecektir. Ne
insanlardan kendisine iman etmelerini isteyecek, ne taraftarlarından müteşekkil
bir ümmet meydana getirecektir[17].
Hz. Îsa sadece önemli bir görev için dünyaya tekrar gönderilecek ve bu görev de
Deccal fitnesini ortadan kaldırmak olacaktır. Ve geldiği zaman şartlar ve ortam
öyle olacaktır ki, Müslümanlardan hiç biri O’nun Meryem oğlu Îsa olduğundan
şüphe etmeyecektir. Kendisi Hz. Muhammed (a.s.)’in önceden verdiği haberlere
uygun olarak dünyaya gelip müslüman topluluğuna katılacaktır. O zaman
Müslümanların lideri ve imamı kim ise, onun arkasında namazını eda edecektir ve
o imamın üstünlüğünü kabul etmiş olacaktır[18].
Böylece eskisi gibi peygamberlik sıfatıyla Müslümanlara imamlık etmesi söz
konusu olamaz. Bilindiği üzere bir cemaatte peygamber yoksa, imamlığı cemaatten
bir kişi yapabilir. Fakat peygamber ortada varken imamlığı da liderliği de o
yapar. Bir bakıma, Hz. Îsa gelip Müslümanların cemaatine alelade bir ferd gibi
iştirak etmekle, kendisinin peygamber olmadığını açıkça itiraf edecektir. Bu
itibarla, O’nun gelişiyle peygamberlik mührünün kırılacağı da söylenemez.
Burada herhangi bir benzetme olmaksızın şunu söyleyebiliriz ki,
Hazreti Îsa (a.s.)’nın dünyaya gelişi, işbaşında bulunan bir devlet başkanı
döneminde eski bir devlet başkanının ziyareti gibi olacaktır. Bu eski devlet
başkanı, işbaşındaki devlet başkanının emrinde önemli bir vazife veya hizmet
yapmış olacaktır. Sokaktaki adam bile, bir memlekette bir cumhurbaşkanı görevi
başında iken, eski bir cumhurbaşkanının gelişiyle Anayasa’nın rafa
kaldırılamayacağını pekala bilmektedir. Fakat, Anayasa veya Kanun-u Esasi’ye
zarar ancak iki şekilde gelebilir: Birincisi, eski devlet başkanının gelip
tekrar iktidar kolluğuna oturmaya çalışması halinde. İkincisi, insanların eski
devlet başkanının geçmişteki hukuki durumunu inkâr etmeleri halinde. Zira böyle
bir durumda eski cumhurbaşkanının gerek anayasal ve hukuki statüsü, gerekse
geçmişteki bütün icraatı tek kalemde silinmiş olacaktır. Bu iki durum ortaya
çıkmadıkça herhangi bir anayasal sorun doğmaz. Ayrıca eski cumhurbaşkanının
anayasal durumu da zedelenmez. Bunun dışında, Hz. Îsa dünyaya ilk defa değil
ikinci defa geleceği için nübüvvetin İlhamıyla ilgili gelenek ve kural da
bozulmaz. Fakat kendisi gelip peygamberlik vazifesini tekrar üstlenir,
peygamberlikle ilgili icapları yerine getirmeye başlar ya da herhangi bir kimse
O’nun geçmişteki peygamberliğini de inkâr ederse Allah’ın koyduğu peygamberlik
yasasında bir değişiklik olduğu söylenebilir. Fakat, hadisler bu her iki
ihtimali de ortadan kaldırmıştır. Bu hadisler bir yandan, Hazreti Peygamber
(a.s.)’den sonra peygamberlik silsilesinin tamamlandığını vurgularken, bir
yandan da Meryem oğlu Îsa (a.s.)’nın tekrar dünyaya geleceğini açıkça ifade
ediyorlar. Bunlar, Hz. Îsa’nın ikinci gelişinin, bir peygamber olarak
olmayacağını da açıkça belirliyorlar. Aynı şekilde, Hz. Îsa’nın gelişiyle
müslümanlar arasında küfür-iman çatışmasının baş gösterme ihtimali de yoktur.
Geçmişteki peygamberlik mertebesini inkâr eden herkes eskiden olduğu gibi kâfir
sayılacaktır. Hazreti Muhammed Mustafa (a.s.) Hz. Îsa’nın peygamberliğini
tanımış ve kabul etmişti ve ümmeti de bunu imanının bir parçası olarak
benimsemişti. Aynı durum, Hz. Îsa’nın tekrar dünyaya geldiği sırada da
olacaktır. Müslümanlar yeni bir peygamberliğe değil, eski mevkii ve payesine
iman edeceklerdir. Aynı durum bugün de müslümanlar için geçerlidir. Dolayısıyla,
bu husus ne bugün nübüvvetin hitamına aykırıdır ne de gelecekte olacaktır.
En son olarak bu hadislerden çıkan bir gerçek de şudur: Hz. Îsa
(a.s.)’nın ortadan kaldırmak üzere dünyaya geleceği büyük fitne yani Deccâl,
Yahudiler arasından doğacaktır. Bu Deccâl kendisine “Mesih” dedirtecektir.
Doğrusu, Yahudilerin tarihi ve dini inançlarına vakıf olmayan biri bu meseleyi
iyi kavrayamaz. Oysa tarihi okumuş olanlar bilirler ki, Hazreti Süleyman
(a.s.)’ın vefatından sonra İsrail oğulları çöküş dönemine girip, kudret ve
iktidarlarını kaybetmeye başladılar. Nihayet, güçsüz kalarak Babil ve Asur
İmparatorluğunun en aşağı ve horlanan tabakası haline geldiler. Bu sıralarda
İsrail oğullarının peygamberleri Allah’tan yeni bir “Mesih’in geleceği ve
kendilerini yaşadıkları rezil hayattan kurtaracağı konusunda müjdeler vermeye
başladılar. Bu kehanetler yüzünden Yahudiler kudretli bir hükümdar olan ve
savaşarak memleketleri fetheden Mesih’i beklemeye koyuldular. Yahudiler bu
hükümdarın kendilerini çeşitli ülkelerden toplayarak Filistin’de birleştirip
büyük bir imparatorluk kuracağını umut ediyorlardı. Fakat, bu beklentiler
sürerken, umutlarının aksine Hz. Îsa’nın, Allah tarafından Mesih, sade bir
vatandaş ve ordusuz olarak dünyaya gönderileceği bildirilince, Yahudiler bir
hayli öfkelendiler. Yahudiler önce Îsa’nın Mesih’liğini tanımamakta direttiler,
sonra O’nu öldürmeye yemin eltiler. İşte bundan sonra da dünyanın bütün
Yahudileri hâlâ “Vaadedilen Mesih”i bekliyor ve bu hususta tatlı rüyalar görmeye
devam ediyorlar. Yahudilerin literatürü bu Vaadedilen Mesih’in hikayeleriyle
doludur. Talmud ve Rabbi’lerin Edebiyatında bu konuda çizilen renkli tablolar
her Yahudinin gönlünde yaşamaktadır. Yüzyıllardan beri Yahudiler Mesih’in büyük
bir siyasi ve askeri deha olacağına, Nil nehrinden Fırat nehrine kadar uzanan
bütün toprakları zaptedip muazzam bir devlet kuracağına ve dünyanın her
köşesinden Yahudi milletini toplayarak buraya yerleştireceğine inana
gelmişlerdi.
Şimdi, bir kişi, Ortadoğu’daki son gelişmeleri Hazreti
Peygamber’in haberleri ışığında inceleyecek olursa, Hz. Peygamber (a.s.)’in
hadislerinde bahsedilen ve haber verilen “Vaad edilmiş Mesih”in dünyaya gelmesi
için sahnenin çoktan hazır duruma geldiğini görecektir. Bilindiği gibi, Filistin
topraklarının büyük bir kısmından müslümanlar kovulmuş ve bir kukla İsrail
Devleti kurulmuştur. Bu İsrail ülkesine dünyanın dört bir yanından, özellikle
Amerika’dan, İngiltere’den ve Fransa’dan Yahudiler akın akın gelmektedir.
Amerika ve Batılı ülkeler bu ülkeyi askeri bakımdan son derece güçlendirip,
Ortadoğu’nun barut fıçısı haline getirmişlerdir. Yahudi sermayesi bu Yahudi
devlete su gibi akıyor, Yahudi bilim adamları, iktisatçı ve teknik uzmanları,
bu devleti, bölgenin en gelişmiş, en müreffeh devleti haline getirmek için
uğraş veriyorlar. Bu devletin liderleri de, “vaadedilmiş toprakların tümünü ele
geçirmek ve etrafa yayılmak konusundaki kötü emellerini gizlemeye hiç lüzum
görmemişlerdir. Hayallerinde yaşattıkları “Büyük İsrail Devleti’ni kurma ve
geliştirme amacından hiç caymamışlardır ve hatta bunun için düzmece haritalar da
hazırlamışlardır. Bu haritalarda Suriye, Lübnan ve Ürdün’ün bütünü, Irak’ın
büyük bir kısmı, Türkiye’nin İskenderun ve Hatay, Mısır’dan Sina yarımadası ve
Suudi Arabistan’dan aralarında Medine-i Münevvere’nin de bulunduğu yukarı Hicâz
ve Necd bölgelerini İsrail toprakları içinde göstermektedirler. Bugünkü
uluslararası gelişmelere de bakılırsa, İsrailliler önümüzde patlak verebilecek
büyük bir çarpışma ya da Dünya savaşı sırasında göz koydukları toprakları yeni
kurdukları devletlerine kalmaya ve ilhak etmeye çalışacaklardır. Herhalde, tam
bu sırada büyük Deccâl, kendisinin “Vaadedilen Mesih” olduğunu iddia ederek
ortaya atılacaktır. Bu Deccâl’in ortaya çıkması haberini Hz. Peygamber bize
açıkça vermiş, ayrıca o sıralarda Müslümanların büyük zorluk çekeceğini
bildirmiştir. Hazreti Peygamber (a.s.) bu sebeple, hem kendisinin hem ümmetinin
Mesih-i Deccâl’den kurtulması için Allah’a yalvarmıştır.
İşte bu Mesih-i Deccâl’e karşı koymak üzere Allahu Teâlâ
herhangi bir Mesih Benzeri (Mesil-i Mesih)ni değil, Yahudilerin 2.000 yıl önce
Allah’ın peygamberi olarak kabul etmedikleri ve fikirlerince çarmıha
gerdikleri gerçek Mesih (a.s.)’i dünyaya gönderecektir. Bu gerçek Mesih (a.s.)
Hindistan’da, Afrika’da veya Amerika’da değil, Şam’da dünyaya inecektir. Zira,
savaş için cephe buralarda açılacaktır. Haritaya baktığınızda, Şam’ın İsrail
sınırından ancak 50-60 mil uzaklıkta bulunduğunu göreceksiniz. Daha önce
naklettiğimiz hadislerde gördüğünüz gibi Deccal 70 bin asker ile Suriye’ye girip
Şam kapılarına dayanacaktır. Tam bu nazik anda Şam’ın doğu kesiminde beyaz bir
minarenin yanında Meryem oğlu Îsa sabah vakti ortaya çıkacak, Müslümanlarla
beraber namaz kılacak ve Müslümanlarla birlikte Deccâla yürüyecektir. Muharebede
yenilgiye uğrayacak olan Deccâl, Afik tepesine (Bk. Hadis: 21) çekilecek, daha
sonra İsrail’e kaçacaktır. Hz. Îsa (a.s.) onu takip edecek ve bugün Lod
Havaalanının bulunduğu mevkide hayatına son verecektir (Bk. hadisler: 10, 14,
15). Bundan sonra Yahudiler teker teker kılıçtan geçirilip dünyadan tamamıyla
temizleneceklerdir (Bk. Hadisler: 9, 15, ve 217.) Bununla beraber, Hz.Îsa’nın
gerçek ilân etmesiyle, Hıristiyanlıkta yeryüzünden kalkmış olacaktır. (Bk.
Hadisler: 1, 2, 4, 6). Nihayet bütün milletler ortadan kalkıp tek bir İslâm
ümmeti haline gelecektir (Bk. hadis: 6, 15).
İşte bu gerçekler, hadisi şeriflerden açıkça ortaya çıkıyor.
Bundan sonra, memleketimizde “Vaadedilen Mesih” adıyla oynanan oyunun ne maksat
ve hedefler taşıdığını pekiyi anlayabiliriz. Akl-ı selim sahibi her müslümanın,
artık bunun tehlikeli bir oyun ve hile olduğunu anlamasında herhangi bir şüphe
kalmamıştır.
Bu hile ve tertibin en gülünç yanı, yukarıdaki kehânetlerin
kendisine ait olduğunu iddia eden zâtın, kendisini Meryem oğlu Îsa alarak
gösterme sevdasında hata üstüne hata işlemiş olmasıdır. Bakın, bu hususta ne
gibi te’villerde bulunuluyor.
“O (yani Allahu Teâlâ), ‘Berâhin-i Ahmediye’ (Mirza Gulam
Ahmed’in yazdığı Urduca kitabın adi)nin üçüncü bölümünde, adımı ‘Meryem’
koydu. Sonra Berahin-i Ahmediye’de belirtildiği gibi, iki sene ‘Meryem’lik
sıfatıyla yetiştirildim… Daha sonra, Meryem gibi, Îsa’nın ruhu bana duhul
etti ve sembolik olarak hamile kaldım… Sonra, aradan birkaç ay geçti, ki bu
süre 10 aydan fazla değildi. Berahin-i Ahmediye’nin dördüncü bölümünde yer alan
ilhamlar yoluyla ben Meryem’den Îsa’ya dönüştürüldüm. Netice itibarıyla, ben
Meryem oğlu Îsa’yım (Nuh’un gemisi kısmı, s. 78, 89).”
Dikkat buyurursanız bu zât önce kendisinin Meryem olduğunu
söylüyor, sonra hamile kalıyor ve kendi kamından yine kendisi Meryem oğlu Îsa
olarak dünyaya geliyor! Doğmasına doğmuş ama daha sonra bir pürüzle
karşılaşmış. Çünkü hadis kitaplarında Meryem oğlu Îsa’nın Şam’da ortaya çıkacağı
belirtilmiştir. Bilindiği gibi, Şam binlerce yıldan beri Suriye’nin önemli
kentlerinden biri ve başkentidir. Bu zât, bu zorluğu şöyle halletmeye
çalışmıştır:
“Burada Şam kelimesi üzerinde de biraz durmak isliyorum. Bunun
açıklamasını Allahu Teâlâ bana yapmıştır. Şam’dan bildiğimiz Şam kastedilmiyor,
aksine Şam’dan, Yezid ve onun gibi düşünce ve karakterlere sahip olan kişilerin
bulunduğu yer kastediliyor… Kadiyan (Mirza Gulam Ahmed’in doğup büyüdüğü ve
peygamberliğini ilan ettiği, Pakistan’ın Pencap Eyaletinde bulunan küçük kasaba)
kasabasının etrafında Yezid’in düşüncesi ve huyunda olan pek çok kişi var ve bu
açıdan Şam’a benzemektedir”. (Evhâm’ın Def i “İzâle’yi Evham” s. 63-73).
Bundan sonra da yine bir zorluk vardı. Hadislere göre, Meryem
oğlu beyaz bir minarenin yanında ortaya çıkacaktı. Bizim “Mesih” bununda bir
çaresini düşündü ve gelip bu minareyi kendisi yaptırdı. Saf ve sade müslümanlar
için, adı geçen minarenin hadislere göre daha önceden bulunması gerekirken
“Vaadedilen Mesih’in bunu sonradan istediği yerde yaptırdığını düşünme ve
anlamalarının mümkün olmadığı hesaplanmış olsa gerek.
Son bir pürüz daha vardı ve bu kolay bir mesele değildi.
Hadislere göre, Meryem oğlu Îsa, Deccâl’i Lod kapısında öldürecekti. Bu zor
meselenin üstesinden gelinmek için türlü çeşit te’vil ve hilelere başvuruldu.
Bazen, Lod’un, Kudüs’ün köylerinden biri olduğu teslim edildi (Evhâm’in Defi,
İzâle-yi Evham, Lahor baskısı, s. 220). Bazen, Lod kelimesinin aslında yersiz
kavga çıkaran kişiler için kullanıldığı ileri sürüldü. Yani bu zât’a göre,
Deccâl’in yersiz ve sebepsiz çıkardığı kavga ve olaylar son haddini bulunca, bu
kavga ve tartışmalara son verilecektir. (Evhamın Defi, s. 730). Fakat bunlar da
tatmin edici bulunmayınca, Lod’tan, Ludhiyana (Hindistan’ın Pencap Eyaletinde
bulunan bir kent) şehri kastedildiği, bu şehrin kapısında Deccâl’in
öldürülmesinden de bütün muhalefet ve karşı koymalarına rağmen, Mirza Gulam
Ahmed’in eline ilk önce bu kentte biat edilmesi kastedildiği iddia edildi
(el-hud’a, s. 91).
Bu te’vil ve sudan gerekçeleri gören herkes, Mirza Gulam
Ahmed’in peygamber ve “Vaadedilen Mesih” olarak ortaya çıkışının düpedüz bir
yalan ve sahte bir kişiliğe bürünme olayından başka bir şey olmadığını hemen
anlayacaktır.
5.4. AHMEDÎ VEYA KADIYANÎLERİN BATIL
FİKİRLERİNİN REDDİ
Bir mesele, Allah (cc.) ve O’nun Rasûlü (a.s.) tarafından açık
seçik nass’lar ile halledilmişse, bu sahih nassları bir yana bırakıp, aslında
konuyla doğrudan ilişkisi olmayan başka âyet ve hadislerden gelişigüzel
anlamlar çıkarmak hakikaten büyük bir günah ve dalalet olup, açıkça Allah’a ve
Peygamber (a.s.)’e isyan etmektir. Cenab-ı Allah ve Rasûlullah (a.s.)’ın emir ve
talimatına alenen karşı gelip başka bir yol tutmak şirktir. Ama bundan daha
korkunç olanı, Allah ve Resûlü’nün emir ve talimatına tam aykırı hareket
etmesine rağmen bu davranışı yine Allah ve Rasûlü’nün söz ve buyruklarına başka
başka anlamlar vermek suretiyle haklı çıkarmaya çalışmaktır.
Bu gibi iş yapanların içtenlikle Allah ve Rasûlü’nü tanıdıkları
şüphelidir. Efendimiz, Muhammed Mustafa (a.s.)’nın son peygamber olup olmaması
sorunu, ya da kendisinden sonra herhangi bir peygamberin gelip gelmemesi
meselesi hakkında karar vermek maksadıyla (Nisa; 49) ve (A’raf; 35) sûrelerine
baş vurmamız ancak bazı belli nasslarda Allah Ve Rasûlü’nün kesin açıklamalarda
bulunmadıkları durumda gerekebilirdi. Fakat, daha önce gördüğümüz gibi, Kur’ân-ı
Kerim’in “Hatem-en Nebiyyin” ayetinde ve Hz. Peygamber’in sayısız hadislerinde
bu hususta sarih ve kesin açıklamalar yapılmışken sadece yukarıdaki ayetlere
müracaat etmek ve bunlardan sarih nassları tam tersine mana çıkarmak en azından
Allah’tan korkmayan ve öldükten sonra O’nun huzuruna çıkmayacağına inanmış olan,
doğru yoldan sapmış bir kişinin tavrı ve hareketi olabilir. Bu meseleyi şöyle
bir misalle açıklamak mümkündür. Diyelim ki, Pakistan Ceza Kanunlarının belli
bir maddesine göre belli bir fiil kesin suç sayılmıştır. Ancak bir kişi
kalkıyor ve bu maddeyi yok sayarak diğer ceza ve medeni kanunlarda, bir tek
cümle, bent ve hatta bir tek kelimeyi, bu fiilin suç olmadığını göstermek için
araştırmaya koyuluyor. Böyle tuhaf ve saçma bir davranış, dünyanın hiçbir adlî
ve idarî mercileri tarafından dikkate değer sayılmazken Yüce Allah’ın
mahkemesinde geçerli kabul edilebilir mi?
Ayrıca, Ahmedî veya Kadiyani’lerin bin bir kuyudan su getirip
tahrif ve te’vile çalıştıkları âyet ve hadisleri okuyan bir kişi, bunların
aklının nerede olduğuna hayret ediyor ve zorla çıkarmak isledikleri anlamlardan
tamamıyla farklı anlamlar görünce şaşıp kalıyor. Bu beylerin boy hedefi, daha
doğrusu deneme tahtası yaptıkları ayetlere isterseniz göz. atalım:
Kur’ân-ı Kerim’in Nisa Suresi’nin 49 ncü âyeti şöyledir: “Kendi
nefislerini temize çıkaranları görmez misin? Öyle değil, Allah dilediğini
temize çıkarır. Onlara hurma çekirdeğinin ince ipliği kadar bile zulüm
yapılmaz.” Burada anlatılmak istenen nokta, Allah ve Peygamberi’ne itaat
edenlerin yerinin sıddîk, salih ve şehitlerle beraber olmasıdır. Bundan, Allah
ve Resûlü’ne itaat edenlerin, ya peygamber ya sıddîk, salih veya şehitler
olabileceği nereden çıkarılıyor? Sonra, Hadid Süresinin 19. âyetine bakın:
“Allah’a ve peygamberlerine iman edenler, Rabbları katında çok sadık olanlarla,
şehitler gibidirler.” Bundan anlaşılacağı gibi, iman ve itaatin meyvesi, Allah
katında sâdık ve şehitlerin mertebesine yükselmektir. Peygamberlere gelince,
onları görmek, onlara refakat etmek en büyük şereftir. Bir hayır iş ve sevaplı
fiilin meyvesi nebi veya peygamber olmak değildir. Zâten yukarıdaki âyetlerde de
Allah’a ve Resûlü’ne itaat etmekle bir kişinin peygamber olabileceği hiçbir
şekilde ifade edilmemiştir. A’raf Sûresinin 35. ayetinde söylenen, “Ey Adem
oğulları, size içinizden ayetlerimi anlatan peygamber geldiğinde, ittika edip,
ıslah-ı hal edenlere korku yoktur” sözleri ise aslında aynı sure’nin 11.
âyetinden 36. âyetine kadar devam eden konu ile ilgilidir. Bu ayetler bir arada
incelendiğinde Allahu Teâlâ’nın, kullarıyla söz konusu konuşmasının dünyanın,
göklerin ve hatta bütün kâinatın yaratıldığı sırada geçtiği anlaşılacaktır.
Şimdi bir yandan, insanların henüz yaratıldığı ve peygamberlerin çeşitli
devirlerde dünyaya gönderileceği gerçeğini, bir yandan da bu ayetteki sözleri
gözünüzün önünde bulundurun. Acaba bu durumda, bu ayette Hz. Peygamber
(a.s.)’den sonra ortaya çıkacak peygambere itaat edilmesi gerektiği emrinin
bulunduğunu söyleyebilir misiniz? Bu ayetin yakından ilgili olduğu bir hadise
varsa o da, Hz. Adem ve zevcesinin Cennet’ten çıkarılıp yeryüzüne gönderilmesi
ve insanların O’na ve O’ndan sonraki peygamberlere itaat etmeleridir.
5.4.3. A’râf
Sûresinin 35. Ayetinin Gerçek Anlamı
Ahmedî veya Kadiyanîlerin yaptıklarının tersine A’raf suresinin
35. âyetini siyâk-u sibak ile incelediğimizde, Allahu Teâlâ’nın burada
gerçekten ne dediğini daha iyi anlayabiliriz. Aslında, 35. âyette geçen sözler,
A’raf sûresinin 2. rükû’sundan 4. rükûsuna kadar devam eden konunun bir
parçasıdır. İkinci rükü’da Hz. Adem ile Havva’nın hikâyesi anlatılmış, daha
sonra üçüncü ve dördüncü rükü’da kıssadan hisse çıkarılmıştır. Bu çerçeve
içinde 35. âyeti okursak, “ey Adem oğulları” diye başlayan sözlerin, dünya ve
kâinatın yaratıldığı /-.amana ait olduğunu anlarız. Bu sözlerin, Kur’ân-ı
Kerim’in Hz. Peygamber’e indirildiği zamanla hiç ilgisi yoktur. Başka bir
deyimle, kâinat yaratılırken, Yüce Allah, insanları, kurtuluşlarının
peygamberlerinin getirecekleri emir ve talimata uymalarında olduğunu tenbih
etmiştir.
Otuz beşinci âyette yer alan ifade ve benzerleri, Kur’ân-ı
Kerim’de üç ayrı yerde ve üçü de Adem ile Havva olayı ile ilgili olarak
geçmiştir. Birinci ayet, Bakara sûresinde(38.) ikinci ayet, A’raf sûresinde
(35.) ve üçüncü âyet, Tâhâ sûresinde (123.)dir. Bu üç âyetin muhtevası ve
şartları ile ortamı da hemen hemen aynıdır. Kur’ân-ı Kerim’in belli başlı bütün
müfessirleri, diğer âyetler gibi A’raf sûresinin 35. âyetinin de Hz. Adem ve
Havva ile ilgili olduğu konusunda birleşiyorlar. Nitekim, Allâme İbn Cerir,
kendi tefsirinde, Hz. Ebu Seyyâr-üs Sülemî’nin şu sözlerine yer vermektedir:
“Allah Teâlâ, burada Hz. Adem ile ümmetine aynı anda hitap etmiştir”. İmam Râzi
de Kur’an-ı Kerim’in tefsirinde şöyle demektedir: “Burada, Allah’ın, Hz.
Muhammed (a.s.)’e hitap ettiği düşünülürse, o zaman bütün ümmetlere kendi
sünnetini bildirdiği anlaşılacaktır. Zira, Hz. Peygamber, âlemlerin rahmeti ve
peygamberlerin sonuncusudur.” Allâme, Alûsi, “Tefsir-i Ruh-ul Me’ânî”sinde
şunları söylemekledir: “Burada, ‘Adem oğulları’ deyimini, sadece Hz. Rasûl-ü
Ekrem (a.s.)’in ümmeti olarak kabul etmek, zahiri mana ve mantığa aykırıdır.
Çünkü, burada tek peygamber değil, ‘peygamberlere mahsus ‘rasûl’ kelimesi
kullanılmıştır.” Allâme Alûsî’nin tefsirine göre, burada Allah’ın sadece Hz.
Muhammed (a.s.)’in ümmetiyle konuştuğu farz edilirse, o zaman, “sizlere
peygamberler gelecek” deyimi kullanılmamalıydı, çünkü müslüman ümmetine tek bir
Rasûl (a.s.)’dan başka bir rasûlün gelmesi söz konusu değildir.
5.4.4. Mü’minûn
Sûresinin 51. Ayetinin Anlamı
Mü’minûn sûresinin 51. âyetini de siyak-u sibak’tan ayırmazsak,
Ahmedî veya Kadiyanî’lerin çıkardığı anlam çıkmaz. Bu âyette anlatılan konu
ikinci rükû’dan başlıyor ve aynı şekilde devam ediyor. Arada geçen âyetlerde Hz.
Nuh’tan başlayarak, Meryem oğlu Îsa’ya kadar çeşitli çağlarda peygamberler ile
ümmetlerinin durumundan bahsedilmiştir. Bu âyetlerde her yerde ve her devirde
peygamberlerin tek bir vaaz ve tek bir telkinde bulundukları, hepsinin takip
ettikleri yolun aynı olduğu ve hepsine Allah’ın rahmet feyzinin yağdığı dile
getirilmiştir. Bu âyetlerde, peygamberler ve onlara itaat edenlerin durumuna da
değinilmiştir. Bu açıklamanın ışığında söz konusu ayette ne denildiğine
bakalım. Ayet şöyledir: “Ey peygamberler, temiz ve helal şeylerden yeyin. Güzel
amel işleyin. Ben sizin yaptıklarınızı bilirim.” Burada, Ahmedîlerin dediği
gibi, “Ey peygamberler, ki siz, Muhammed (a.s.)’den sonra geleceksiniz, temiz ve
helâl şeylerden yiyin” denmiyor. Demek istenen şey apaçık ortadadır. Yani
Allahu Teâlâ, Hz. Nuh (a.s.)’dan Hz. Muhammed (a.s.)’e kadar dünyaya gelen bütün
peygamberlerden helâl rızık yemesini ve iyi amel yapmasını
istemiştir.
Müfessirler, bu âyette de, Hazreti Muhammed (a.s.)’den sonra
peygamberlik kapısını açacak şekilde herhangi bir anlam çıkarmamışlardır. Bu
konuda tereddüdü olanlar çeşitli tefsir kitaplarının ilgili bölümlerini
okuyabilirler.
5.4.5.
Kadıyanî’lerin, Hadislerden Çıkardıkları Yanlış Deliller
“Eğer Muhammed (a.s.)’in oğlu İbrahim yaşamış olsaydı, peygamber
olurdu” yolundaki hadisi Kadiyanîler kendi davaları lehinde kullanıyorlar. Ama
bu delil de diğer asılsız iddiaları gibi, yanlış ve geçersizdir.
Geçersizliğinin nedenlerini de şöylece sıralayabiliriz.
Birincisi, bu hadisin rivâyeti zayıftır ve kaynağı da sağlam
değildir. Bu nedenle, muhaddisler bunun sağlam ve güvenilir bir hadis olmadığına
işaret etmişlerdir.
İkincisi, Nevevî ve İbn-i Abdulberr gibi tanınmış muhaddisler bu
hadisin hiç güvenilir olmadığına kanaat getirmişlerdir. İmam Nevevî, “Tehzib
ul-Esmâ’ ve’l Lügât” adlı kitabında şöyle demiştir:
“Daha sonradan gelenlerin, İbrahim’in hayatta olması halinde
peygamber olacağı yolunda ettikleri rivayet, batıldır. Bu, gaip ile ilgili
meseleler hakkında gereksiz ahkâm kesmeye kalkışmak ve hiç düşünmeden büyük
lâflar söylemekten başka bir şey değildir.” Allame İbn-i Abdulberr ise
“Temhîd”de şöyle yazmaktadır:
“Bunun ne gibi bir rivâyet olduğunu anlamam zordur. Hz. Nuh’un
(a.s.) evlâdının peygamber olmadığına şahidiz. Halbuki, peygamberin evlâdının da
peygamber olduğu gibi geçerli bir kural olsaydı, o zaman bugün herkes nebi ve
peygamber olacaktı, zira biz bugün hepimiz Hz. Nuh’un evlatları sayılırız.”
Üçüncüsü, çeşitli hadis kitaplarında, bu rivâyetin, Hz.
Peygamber’e değil, sahabelere ait olduğu belirtiliyor. Muhaddisler aynı zamanda
açıklamalarda bulunup, Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra herhangi bir peygamberin
doğacağı söz konusu olmadığı için, Cenab-ı Allah’ın İbrahim’i yanına
çağırdığına işaret etmişlerdir. Meselâ, Sahih-i Buhârî’de yer alan şu hadise
bakın:
“İsmail bin Ebi Halid diyor ki, ben Abdullah bin Ebû Evfâ’ya
sordum, ‘siz Rasûlullah (a.s .)’ın oğlu İbrahim’i gördünüz mü?’ Dedi ki, ‘o
bebekken vefat etti’, eğer Allahu Teâlâ, Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra bir
peygamber göndereceğine karar vermiş olsaydı, o zaman oğlu yaşamış olacaktı.
Ama, Hz. Peygamber (a.s.)’den sonra başka bir peygamber yoktur”. (Buhari,
Kitab’ul Edep, Peygamberlerin İsmi Bölümü).
Buna benzer bir hadis, Hazreti Enes (r.a.) tarafından rivâyet
edilmiştir. İlgili sözler şunlardır:
“Eğer o (İbrahim) yaşasaydı, nebi olacaktı, ama yaşayamadı.
Çünkü Nebiniz (Hz. Peygamber) son Peygamber’dir” (Tefsir-i Ruh ul Me’ânî, cilt:
22, s. 3).
Dördüncüsü, sahabeler, muhaddisler ve diğer ulema bu konuda
gereken açıklamaları yapmamış olsalardı dahi, bu hadisin sağlam ve güvenilir
olmadığı yine de ortaya çıkacaktı. Çünkü, Hadis ilminin başlıca kurallarından
biri de, tek bir rivâyetin genelde hadislerin muhtevası ve ruhuna aykırı olması
halinde, bu hadisin veya rivâyetin dikkate alınmaması yönündedir. Şimdi,
peygamberlik kapısının Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra tamamıyla kapandığı yolunda
sayısız muteber hadis dururken böylesine zayıf bir rivâyete itibar edilebilir
mi?
Gerek Kur’ân-ı Kerîm, gerekse hadis-i şeriflere göre
peygamberliğe iman, dinin esaslarından biridir. Böylesine önemli bir konuda
Cenab-ı Hak ve Rasûlullah’ın, insanları karanlıkta bırakmaları düşünülemez. Bu
sebeple, peygamberliğin hitamı meselesine tam bir açıklık ve kesinlik
getirilmiştir. Zâten Hazreti Muhammed (a.s.)’den evvel hiçbir zaman,
peygamberlik silsilesinin tamamlandığı, bundan böyle herhangi bir peygamberin
gelmeyeceği belirtilmemişti. Çünkü, peygamberlik kapısı açıktı ve peygamberlerin
gelişi durmamıştı. Bu itibarla, bir kimsenin peygamberlik silsilesi bitmiştir
diye söylemesi söz konusu bile değildi. Bunun aksine, peygamberler kendilerinden
sonra gelecek peygamberler hakkında bir takım kehânet ve işaretlerde
bulunurlardı ve kendi ümmetlerinden onlara itaat etmelerini isterlerdi. Fakat bu
âdet ve anane Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)’in dünyaya gelmesinden sonra
ortadan kakmış oldu. Bu noktayı hem Kur’ân-ı Kerim, hem de hadisler ehemmiyetle
ortaya koydular. Hem Allah, hem de O’nun sevgili Rasûlü daha sonra herhangi bir
peygamberin gelmeyeceğini önemle belirttiler.
Ahmedî veya Kadiyanîler “Hâlim’ün Nebiyyin” veya “Hatem
en-Nebiyyin” deyimini canlarının istediği gibi kullanmalarım ve bundan
kendilerine göre bir takım anlamlar çıkarmaya çalışmalarına rağmen hiç
olmazsa, bu deyimin bir anlamının da “peygamberlerin sonuncusu” demek olduğunu
her halde kabul ediyorlardır. Ayrıca, milyonlarca müslümanın, İslâm dininin
doğuşundan bu yana bu kelimelerden aynı mânâyı çıkardıklarının da herhalde
farkındadırlar. O halde, Yüce Allah ile sevgili Peygamberi’nin, muazzam
müslüman camiasında, ancak devede kulak misali olan Ahmedî veya Kadiyanîlerin
anlayabileceği şekilde muğlak ve anlamsız bir deyim kullanabilecekleri
düşünülebilir mi, Allah korusun doğruyu, bir elin beş parmağı kadar olan sadece
bu İnsanlar mı biliyorlar? Buna karşılık, Yüce Allah, Hz. Rasûl sahabeler,
yüzlerce ve binlerce ulema, muhaddis, müfessir, fakih ve diğer milyonlarca
mü’min 14 asırdan beri bu deyimi yanlış mı kullanıp anlaya gelmişlerdir?
Onun için, bu hususta kim ne derse desin, ne kadar sempatik
yüzle ve ifade ile gelirse gelsin, ne kadar tatlı dil kullanırsa kullansın ne
kadar çok başarılı işler yaparsa yapsın, onun peygamberlik iddialarını hiç
düşünmeden elimizin tersiyle bir yana atacağız. Çünkü yeni bir peygamberin
gelmeyeceğinden eminiz. Hz. Muhammed (a.s.)’den sonra peygamberliğe son
verilmiş ve peygamberlerin gelişi durmuştur. Peygamberlik iddiasında bulunan
herkesi şiddetle tekzip edeceğiz, lanetleyeceğiz. Bunu yapmamız küfür bile
sayılsa hiç çekinmeyeceğiz, hiç yılmayacağız. Çünkü biz bu hususta kendimizin
doğru yolda olduğundan tamamıyla eminiz ve biz kıyamette Yüce Allah’ın huzuruna
çıktığımızda kendimizi Kur’ân-ı Kerim’in açık ifadeleri ile Hz. Peygamber’in
mübarek hadisleriyle savunacağız!
[1] Dördüncü
bir şık olarak bir peygambere yardımcı olmak için başka bir peygamberin
gönderilmesi düşünülebilir. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’de buna benzer sadece iki
misal bulunduğu için bunu dördüncü ihtimal olarak ele almadık. Bu iki
misalden, Allah’ın belli bir kural olarak dünyaya yardımcı peygamberler
gönderdiği sonucunu çıkaramayız. (Mevdudî).
[2] Ahmedilik
(Kadıyanilik) ve Mirza Gulam Ahmed Kadıyanî hakkında daha geniş bilgi için
bak: “Kadıyanilik Nedir?”; Mevdudî.
[3] Burada biz
sadece üç lügatten söz ettik. Fakat mesele sadece bu üç lügatle sınırlı
değildir. Arapça lügatlerin hangisini ele alırsanız alın, orada ” Hâtim”
kelimesinin aynı şekilde tercüme ve tefsir edildiğini görürsünüz.. Fakat
dini inkâr edenler, lügat veya sözlükler gibi kitaplar ve kelimenin sözlük
anlamını da bir yana bırakıp bunu tevile kalkışmışlardır. Onların mantığına
göre nasıl ki, “Hatem-en şu’ara”, “Hatem-el fukaha” ve “Hatem-el mufesserîn”
kelimeleri,”şairlerin, fakihlerin ve müfessirlerin sonuncusu” değilse, ve
bunlardan sonra da çok sayıda şair, fakih ve müfessir doğmuşsa, “Hâtem-en
Nebiyyin” ifadesi de “Peygamberlerin sonuncusu” anlamına gelemez. Onlara
göre, yukarıdaki tabirler bir kişinin meziyet ve yetenekleriyle ilgilidir ve
bu tür lakapların verilmesinin maksadı, söz konusu kişiden sonra da aynı
dalda kişilerin doğabileceği ancak yetenek ve meziyet bakımından ona
yetişmeyeceğini göstermekledir. Ne var ki, yukarıda bahsedilen lâkap kime
verilmişse, mübalağa yapılarak verilmiştir. Mübalağalı bir sözü gerçek bir
kelime ve tarif olarak kabul etmek herhalde Ahmedîlere mahsus bir davranış
olsa gerek. Bu itibarla, “Hâtem” veya “Hâlim” kelimesini “faziletli” ve
“yetenekli” şeklinde açıklamaya imkân yoktur. Bunları ancak Arapça grameri
ve filoloji kurallarını bilmeyen biri söyleyebilir. Hiçbir dilde, mecâzen
veyâ benzeme şeklinde kullanılan bir kelimenin gerçeklen aynı anlam taşıdığı
görülmemiştir. Siz bir Arab’a “Câ’e Hatem-ul kavmi” derseniz, o hiçbir
zaman bunun anlamının “kabilenin en faziletli ve en yetenekli üyesi
gelmiştir” olduğunu söylemeyecektir. Dese dese sadece, basit ve olağan
anlamı olan, “bütün kabile gelmiştir, hatta geride kalan son üyesi de
gelmiştir” diyecektir.
Bunun dışında şu hususu da unutmamalıyız ki, “Hâtem-eş
şu’ara”, “Hâtem-el fukahâ” ve “hâlem el-müfessirin” gibi unvan ve lakapları
verenler insanlardı ve İnsanlar bu tür unvan ve lakapları verirken o
yetenekle bir insanın daha doğmayacağını bilmek durumunda değildiler. Bu
bakımdan insanların verdikleri bu tür unvanlar yalnızca birer abartma olarak
görülmelidir. Oysa, yetenek bakımından olsa dahi, Allah (cc.) birine “Hâtem”
derse pek muhtemeldir ki bu kelimeyi gerçek anlamda kullanmakladır. Yani ne
kişilik ne yetenek bakımından böyle bir dünyaya bir daha gelmeyecektir. O
halde eğer Allah birine “Hâtem-en Nebiyyin” diyorsa pek mümkündür ki ondan
sonra başka bir nebi ve peygamber gelmeyecektir. Çünkü Allah her şeyi
bilendir. (Mevdudi).
[4] Nübüvvet’in
hitamına karşı çıkanlar bu hadisi kentlileri lehinde kullanmaya çalışıyorlar
ve diyorlar ki; “Burada Hz. Peygamber kendi camiine son cami demiştir.
halbuki, bu caminin dışında da daha sonraki çağlarda yüzlerce ve binlerce
camiler inşa edilmiştir. Aynı şekilde eğer kendisine “son peygamber”
diyorsa, bu da kendisinden sonra herhangi bir peygamberin gelmeyeceği
manasına gelmemelidir. Takat fazilet ve üstünlük bakımından hum kentlisi,
hem camii, son sayılabilirler.” Ama bu teviller gösteriyor ki bu kötü
niyetli kişiler ya Allah’ın kitabını ve peygamberin hadislerini anlama
yeteneğini yitirmişlerdir yada kasıtlı olarak Müslümanları kötü yola sevk
etmeye çalışıyorlar. Sahih-i Müslim’de geçen yukarıdaki hadis ve bununla
ilgili diğer bütün hadisler incelendiğinde Hz. Peygamber’in kendi camiine
neden “son cami” dediği kolayca anlaşılır. Bu hadislerde sadece üç caminin,
dünyanın diğer camilerinden üstün olduğu ve oralarda namaz kılmanın büyük
bir fazilet olduğu anlatılmıştır ve sadece bu üç camide nama/ kılmak için
uzun seyahatlere izin verildiği belirtilmiştir. Bunlar Mescid-ul Haram (Hz.
İbrahim’in yaptığı cami), Mescid-ul Aksâ (Hz.Süleyman’ın yaptığı cami) ve
Mescid-i Nebevi (Hz Peygamber’in temelini attığı Medine’deki cami)dir.
Burada Hz. Peygamber dernek isliyor ki, benden sonra dünyaya başka bir
peygamber gelmeyeceği için bahsettiğim camiden fazilet, meziyet ve üstünlük
bakımından daha üstün bir cami bir daha yapılmayacaktır ve bu son camidir.
(Mevdudi).
[5] Hanefiye,
Benu kabilesinin kadını demektir.
[6] Vaadedilen
Mesih’in, Kur’ân-ı Kerim ile hiç ilgisi yoktur. Bu mevzû sadece hadislere
aittir. Şimdi, bir Mesih’in geleceğini kabul eden bir kişi hadisleri kabul
etmelidir, hadisleri kabul etmemek demek o Mesih’in gelişini de
önemsememek demektir. Hatla hadislerin varlığını kabul etmeyen Mesih’in
varlığını da inkâr etmiş ulur. Siz. akide ve inancınızı hadislere
dayandıracaksınız, ama Mesih’in gerçek durumunu ortaya koyan muteber
hadisleri reddedeceksiniz., bu saçmalık değilse nedir?
[7] Haç’ı kırmak
ve domuzu öldürmek, Hıristiyanlığın ayrı bir din olarak ortada kalmayacağı
anlamına gelir. Hıristiyanlığın temeli, Allah’ın kendi oğlunu (Hz. İsa)
çarmıha gerdirerek insanların günahının bedelini ödediği inancına dayalıdır.
Hıristiyanlığın özelliklerinden biri de helâl ve haram arasındaki farkı
ortadan kaldırmış olmasıdır. Nitekim diğer bütün peygamberlerin haram etliği
domuzu Hıristiyanlar helâl saymışlardır. Dunun için Hz.. Îsa kendisi
dünyaya gelip, “ben Allah’ın oğlu değilim, ben çarmıha gerilmedim, ve bu
sebeple haç’ın kutsallığı da yoktur” diyecektir. Ayrıca domuzu helâl
etmediğini de fiilen gösterecektir.
[8] Başka bir
deyimle, bulun milletler arasındaki ihtilaflar kalkacak ve tek bir “İslâm
ümmeti” olacaktır. Böylece ne aralarında savaş olacaktır ne de zımmilik ve
cizyeler.
[9] Yani,
Müslümanlar namaz, kılarken imamlığı, tiz. Îsa yapmayacak, aksine
Müslümanların imamının arkasında namazını edâ edecektir.
[10] Medine’ye
33 mil uzaklıkla bir yerin adı.
[11] Şurası
unutulmamalıdır ki, o devirde Mesîl-i Mesih adıyla anılan kişi hayatında ne
hac ne umre edâ etmişti.
[12] Lod veya
Lyoda, halen İsrail’de Tel Aviv yakınlarındaki meşhur havaalanının bulunduğu
yer.
[13] Bu sözler
Hz. Abdullah bin Amr bin As’ındır
[14] Sözlük
anlamı “yer hayvanı” olan bir çeşit hayvan
[15] Bugün Afik
değil, Fik olarak bilinen kasaba, Suriye-İsrail sınırında bulunmaktadır.
Bunun biraz ilerisinde batıda birkaç mil ötede, Ürdün şehrinin menbası olan
Taberriye gölü vardır. Bunun güney batısına Pik (Afik) tepesi, denilir.
[16] Böyle bir
şeyin olacağına inanmayan biri el-Bakara suresinin 259. ayetini dikkatle
okumalıdır. Burada Allah şöyle diyor: “Allah onu yüz sene öldürdü. Ve sonra
tekrar diriltti.”
[17] İslâm
uleması bu meseleye tam bir açıklık getirmişlerdir. Allâme Taftazani
(722-792 H.) “Şerh-i Akaid” adlı eserinde şöyle diyor: “Hz. Muhammed
(a.s.)’in son peygamber olduğu sabittir… Eğer kendisinden sonra da Hz.
İsa’nın inişinden bahsedildiği söylenirse, biz deriz ki; evet hadislerde
kendisinden bahsediliyor, ama o Hazreti Muhammed (a.s.)’a tabi olacaktır.
Zira İsa’nın şeriatı iptal edilmiştir. Bu sebeple, ne kendisine vahiy
gelecek ne de o yeni emirler getirecektir. Aksine Rasûlullah (a.s.)’ın naibi
durumunda olacaktır.” (Mısır baskısı, s. l35). İmam Râzi bu konuyu daha
açık bir şekilde ortaya koymuştur: “Peygamberlik devri Hz. Muhammed (a.s.)
ile kapanmıştır. Rasûlullah dünyaya geldikten sonra peygamberlerin gelişine
son verilmiştir. Dolayısıyla, Hazreti İsa’nın dünyaya geldikten sonra Hz.
Muhammed Mustafa’ya tabi olacağı şüphe götürmez bir husustur.” (Tefsir-i
Kebir, cilt: 111, s. 343).
[18] Gerçi iki
hadis (No: 5 ve 21)’te, Hz. İsa’nın geldikten sonra ilk namazı kendisinin
kıldıracağı belirtilmiştir. Fakat diğer hadislerde (3,7,9, 15 ve 16) namazı
kıldırmaktan vazgeçip bu vazifenin Müslümanların imamı tarafından yerine
getirilmesini isteyeceği açıklanmıştır. Bu hususta bütün muhaddis ve
müfessirler ittifak halindedirler